menu
Trans Türkiye harita


TRANS-TÜRKİYE

BİSİKLETLE EN DOĞUDAN EN BATIYA ANADOLU/KÜÇÜK ASYA GEÇİŞİ

Iğdır Dilucu’ndan Çanakkale Babakale’ye…



Ve sonunda bu unutulmaz yolculuk; sandalye fobisi, hissetmediğim üç parmak ve bolca ikinci dereceden güneş yanığı ile tamamına erdi. Neyse ki Karayel sapasağlam, bir sürü patlak lastik dışında bir sorunu olmadı…

Kaplumbağa misali her şeyimiz sırtımızda on gün boyunca, kah soğuktan donarak, kah kavuran güneşin altında, dünyanın en güzel insanlarının yaşadığı, dünyanın en güzel ülkesinin bir ucundan öbür ucuna, pastoral, epik ve unutulmaz bir yolculuk yaptık…

Dağlarla denizler birbirine aşık olur derler ya; işte sanki ben de bu sevdaya hasbelkader ortak olup vakur delikanlı Ağrı Dağı’ndan aldığım selamı dünyanın en güzel kızı Ege Denizi’ne taşırken, bütün aşkları bir anda yaşadım bu muhteşem yolculuk sırasında….

On yılda yaşayamayacağım kadar çok duygu on günde sel olup aktı geçti üzerimden; güldüm, ağladım, sevindim, üzüldüm, kah coştum, kah umutsuzluğa düştüm, pişman oldum, kendimle gurur duydum, neşelendim, canım sıkıldı, yalnız da hissettim, her şeyle bir de oldum, yeri geldi korktum, yeri geldi dellendim, bazen gözlerim doldu, bazen de ağzım açık kaldı vs, vs…

Siz de ortak olmak isterseniz bu sevdaya, buyurun hikayesi burada…


Evet, yine düşüyoruz yollara… Yılda iki kez yaptığım uzun bisiklet turları için en uygun zamanlar mevsim geçişleri. Tabi ki yazın kuzeyde, kışın ise güneyde turlar yapmak şartıyla. Yani yaz turları için en uygun zaman Mayıs-Haziran ve Ağustos-Eylül iken, güneyde yapılacak kış turları için ise Kasım-Aralık ve Şubat-Mart oluyor.

İşte geçen yıl Mart başında güney yarımkürede yaptığım uzun Avustralya geçişimin üzerinden neredeyse altı ay geçmişken ve bu kadar uzun süre bisiklet turu yapmadığım için yerimde duramazken, Ağustos-Eylül dönemi için uzun bir Türkiye geçişi planlamıştım. Ama beklenmedik bir takım aksilikler beni bu turu Edirne-İzmir rotasında nispeten kısa bir Kuzey Ege yolculuğuna çevirmek zorunda bırakmıştı.

Bu yılın kış seansında yaptığım Batı Sahra Çöl Geçişi’nin ardından artık bu yaz büyük Türkiye Geçişi’ni gerçekleştirmeye karar verdim.


KARADENİZ’DE BİR İSKOÇ VE ENDONEZYALI

Zaten uzun süredir bu yolculuğu yapmayı çok istiyordum. Yurt dışına yaptığım her gezinin ardından; aslında dünyanın en güzel ülkesinde yaşıyor olduğum düşüncesi zihnimde giderek daha da perçinleniyordu. Nereye gidersem gideyim orada gördüğüm ama Türkiye’de olmayan bir şey bulamıyordum. Ne bir yeryüzü şekli, ne bir iklim, ne bir bitki örtüsü ne de bir insan tipi.

Öyle bir ülkede yaşıyoruz ki; göl de var, deniz de. Nehir, dağ, orman ova, çayır, plato, çöl, hepsi, üstelik dünyanın çok az yerinde görülebilecek şekilde dip dibe uzanıyor bu muhteşem coğrafyada. Her iklim ve dolayısıyla her türlü bitki örtüsü de mevcut. Üstelik bir saat içerisinde hem denize girip hem de kayak yapabiliyorsun, o kadar yani…

Gen havuzumuzu anlatmaya ise bu sayfalar yetmez. Daha önce gittiğim coğrafyalarda genellikle tek tip ve birbirine benzeyen insanlarla karşılaşırken, buralarda her cinsi bulmak, üstelik de aynı evde, olasılık ötesi hatta neredeyse normal. Karadeniz’de misafir olduğunuz bir evde; kızıl saçlı ve çilli bir iskoç kadını olduğuna yemin edebileceğiniz Fadime ile Adana’dan göç etmiş neredeyse zenci bir Endonezya’lı kocası Mahmut’u görünce hiç de garibinize gitmiyor. Ama bir anlığına uzaylı olduğunuzu düşünün, ABD vs gibi yapay göç hareketleri ile nüfusunu oluşturmuş ülkeler dışında böyle bir zenginlik bulmak aslında rüya gibi bir şey.

Ve tabi ki bu zenginliğin oluşturduğu kültür, daha doğrusu kültürler ise pastanın üzerindeki krema… Dilleri, şiveleri, müzikleri, birbirinden nefis mutfakları… Örneğin Adana’dan başlayın ve sırasıyla Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa, Diyarbakır ve Mardin rotasında seyahat edin. Bu şehirlerin her biri arasındaki mesafe aşağı yukarı arabayla bir iki saat ama, hepsinin de kendine has ve muhteşem birer mutfağı var. Üstelik dip dibe olmalarına rağmen son derece orijinal ve ne dilleri, ne insanları ne de muhteşem yemekleri birbirine benziyor… Dünyanın hiç bir yerinde bırakın böyle altı noktayı, üç tanesini bile yan yana bulamazsınız.

Dolayısıyla bu kadar renkli bir coğrafyanın, böylesine bir zenginlik ve çeşitliliğin sebebi mi yoksa sonucu mu olduğunu düşünmeden edemiyorum. Öyle ya bu topraklar, kültürlerin kendini bulduğu son on bin yıldır üzerinde en çok yaşanmış topraklar. Haliyle bu zenginlik kaçınılmazmış gibi geliyor… Her ne kadar coğrafya ve kültür birbirlerini besleyen şeyler olsalar da ben yine de emin olmak istiyor ve o yüzden bu yolculuğa çıkmak için sabırsızlanıyor, hatta can atıyorum…

Stacks Image 4692


VAR AMA… KIYMETİNİ BİLMİYORUZ!

Bu zamana kadar bu düşüncelerimi paylaştığımda en çok aldığım tepki üç aşağı beş yukarı şöyle bir şey oluyordu; “Evet, çok güzel bir ülkemiz var ama kıymetini bilmiyoruz!”. Nezaketen bir cevap vermiyordum ama burada ortalığa konuştuğum için bir iki şey söyleyeceğim, yoksa içim şişecek…

Birincisi; kıymetini bilip ne yapmamız gerekiyor? Zihinlerimiz tüketmeye öyle alışmış ki, bir şeyleri sadece yaşamak fikri neredeyse hiç bir şey ifade etmiyor. Yani bu ülkeden ve bu zenginliklerden maddi bir menfaat üretemiyorsak bunların hiç bir kıymeti yok aslında…

İkincisi de bunu söyleyenlerin çoğunun, bırakın tanımak için ülkesini gezmeyi, tatillerini bile fabrika tarzı kitle-dinlendirme tesislerinde geçiriyor olmaları… Diyeceğim o ki; konfora ipotek edilmiş bir yaşam tarzı aslında çok şey kaçırıyor olmanın garantisi, benden söylemesi…


UÇAĞA BİN, İKİ KERE YÜKSEL…

Neyse biz yine turumuza dönelim. Tabi ki bu yolculuğu istememin tek sebebi kültür, gezi vs değil. Önceki yazılarımı okumuş olanlar bilirler ki bisikletle coğrafya geçişi yapmak benim için kendimi bulup hayatla bütünleştiğim ve dolayısıyla kendimi gerçekten yaşıyor hissettiğim çok özel ve büyülü bir deneyim…

Rota seçiminde zun süre kararsız kaldıktan sonra Türkiye anakarasının, diğer adıyla Anadolu’nun ve hatta dünyada bilinen adıyla Küçük Asya’nın (zenginlik burada da mevcut, isimleri bile saymakla bitmiyor), en doğu noktası olan Iğdır Dilucu Sınır Kapısı’ndan en batı noktası olan Çanakkale Babakale Baba Burnu’na yolculuk fikri üzerinde karar kılıyorum. Rotamı ise; Dilucu-Iğdır-Ağrı-Erzurum-Erzincan-Sivas-Yozgat-Ankara-Eskişehir-Bursa-Balıkesir-Babakale olarak belirliyorum. Ülkeyi neredeyse tam ortasından doğu-batı doğrultusunda geçme düşüncesi beni oldukça heyecanlandırıyor. Bu hem epik hem pastoral hem de unutulmaz bir yolculuk olacak, bundan hiç şüphem yok…

Zorlu bir yolculuk olacağı da kesin. 2.000 kilometreden fazla sürecek yolculuk sırasında 18.000 metrenin üzerinde de irtifa yapmam gerekecek. Neredeyse iki uçuş yüksekliği. Yani uçağa binip 30.000 feet yükseldiğinizi ve bunu iki kere yaptığınızı farz edin, işte onun gibi bir şey. Tek farkı benim bunu bisiklet ile yapacak olmam…

Ama neyse ki lojistik sıkıntım olmayacak. Kendi ülkemde olduğum için anadilimi konuşuyor olmanın rahatlığını ve kendi mutfağımdan karnımı doyurmanın lüksünü yaşıyor olacağım. Önceki yıl Avustralya’da yaşadıklarımdan sonra bu, cennette olmak gibi bir şey aslında. Orada ne doğru dürüst yiyecek bir şeyler bulabiliyordum ne de derdimi anlatabileceğim bir insan. Günler boyu, kalacak beş para etmez bir oda için bile resepsiyon görevlisi yerine şiveli konuşmalarını anlamakta zorluk çektiğim, üstelik günün sadece iki üç saati çalışan
çağrı merkezi görevlileriyle uğraşmak, binlerce kilometre bisiklet sürmekten bile çok daha zor gelmişti.


VE HAZIRLIKLAR BAŞLIYOR

O heyecanla yol planımı tamamlayıp, hazırlıklara başlıyorum. Tedbirli davranıp yolculuğu iki hafta olarak planladım. Ama gönlümden geçen bu geçişi 10 günün altında tamamlayabilmek. Gerçi donanımı azaltıp gece sürüşleri de ekleyerek bu süreyi bir haftanın altına çekmek de mümkün ama o zaman yolu yaşamak imkansızlaşacağı için bence hiç anlamlı değil.

Yine de yeterince istihbaratım olmayan çok fazla konu olduğu için 10 günlük nispeten makul hedefimi gerçekleştirmenin mümkün olup olmayacağını da bilemiyorum. Asfaltın durumu, hakim rüzgarlar, ikmal noktaları, yedek parça bulabilme olasılığı, konaklama olanakları vs gibi pek çok değişken turun süresini dramatik ölçüde değiştirebilir. Ben yine de en iyisini umut ediyor ve strateji olarak kendime; “Her gün o gün gidebileceğim en uzun yolu yapma” hedefini koyuyorum.

Sıra tabi ki harıl harıl meteoroloji çalışmaya geliyor. Kim ne derse desin, bence bu yolculuklardaki en belirleyici rol hava şartlarına düşüyor. Bir yerinize bir şey olsa eczaneye, hastaneye vs gider, bisikletinize bir şey olsa tamircide halledebilirsiniz. Ama hava şartlarına kesinlikle sözünüz geçmiyor. O yüzden başrol daima onların. Turdan aşağı yukarı bir ay önce düzenli olarak rota üzerindeki şehirlerin 15 günlük hava tahminlerini etüd etmeye başlıyorum. Amacım en azından ilk bir haftası için havanın bu 10 şehirde de uygun olacağı bir aralık bulabilmek. Biraz zor anlayacağınız. Yağış konusunda pek sıkıntı görünmüyor ama sıcaklık farklılıkları kayda değer ve bu beni epeyce huzursuz ediyor. Çünkü bu daha fazla giysi, ekipman vs taşımanız ve daha ağırlaşmanız anlamına geliyor…

Sonunda hem heyecan ve sabırsızlıktan hem de çalışmaktan sıkılıp, “Aman ne olursa olsun” diyerek düğmeye basmak üzere THY bürosuna gidiyorum. Aslında biletimi internetten de alabilirim ama THY artık bisikleti ücretle taşımaya başladığı için işimi garantiye almak istiyorum. Ve turun başlamasına bir hafta kala, ertesi hafta Cumartesi günü için Kızıltoprak THY ofisinden biletimi kestiriyorum. Fakat hava şartlarına hala pek güvenemediğim için yine de esnek yani değiştirilebilen bilet alıyorum.

Bu noktada seçim yapma ve karar verme aşamaları bittiği için çok rahatlıyorum. Bundan sonrası artık tamamen hazırlık ve icraat…

Son iki haftadır, bir yandan meteoroloji çalışırken bir yandan da fiziksel antrenmanlarımı tamamladığım için önümdeki bu son haftayı bisiklete binmeden geçireceğim. Sürekli uyguladığım tur öncesi antrenman programıma göre bir hafta boyunca düz yolda günde 50 km bisiklete biniyorum. İkinci hafta ise bu 50 km sürüşlere 500-1.000mt irtifalar ekleniyor. Yine ikinci haftanın ortasında bir gün 100km sürüş artı 1.000mt irtifa ve haftanın sonunda 200km sürüş artı 2.000mt irtifa yapıp antrenmanlarımı sonlandırıyorum. Turdan önceki son hafta ise dinlenip güç toplamak ile geçiyor.

Ve tabi ki son detayları ayarlamakla. Teknik malzemeden seyahat sigortasına uğraşmam gereken o kadar çok ufak tefek ayrıntı var ki… Daha önce de yazmıştım, bu iş Nasa’nın uzaya uydu göndermesine benziyor. Ağırlık sınırlaması yüzünden yanınıza alabileceğinizin en azını almanız gerekiyor. Üstelik yedekler konusunda da çok zorlu kararlar veriyorsunuz. Mesela; pompanız bozulursa kaç tane yedek lastiğinizin olduğu pek bir şey ifade etmiyor…


YİNE O HAİN

Her neyse, bunlar can sıkıcı şeyler ama bir yandan da geçmek bilmeyen son günlerin eğlencesi oluyorlar.

Fiziksel ve teknik hazırlık nispeten kolay. Asıl zor olan ise zihinsel hazırlık süreci oluyor. Aslında bence karar verdiğim anda tur bitmiş oluyor. Çünkü bundan sonrası sadece icraat ve bu tamamen bana kalmış. 10 gün de sürse, 100 günde sürse ben vazgeçmedikçe bu turun bitmemesi diye bir şey söz konusu değil. Değil ama bu, o esnada çok zorluklar yaşamayacağım anamına gelmiyor. Hatta bence yaşadığım en büyük zorluklar zihinsel ve ana fikri “Vazgeçmek!”.

Daha karar verdiğim an içimdeki hain ipleri ele alıp ters yönde propaganda yapmaya başlıyor;
“Bunu neden yapıyorsun ki?!”
“Yapınca eline ne geçecek ?!”
“Ya şöyle olursa ?!”
“Ya böyle olursa ?!”

İçimdeki o hain bu şekilde bir sonuç alamazsa bu sefer psikosomatik güçlerini devreye sokmaya başlıyor; dizlerimde aniden oluşan ağrılar giderek şiddetlenirken durduk yerde bir sürü hastalık belirtileri göstermeye başlıyorum. Bu arada tam turu yapacağım zaman için alternatif pek çok güzel konser, tatil, etkinlik vs fırsatları gözüme çarpmaya başlıyor. Ardından evdekiler adına huzursuzlanıyorum; “Ya ben yokken başlarına bir şey gelirse?!”, vs vs… Aklınızın alamayacağı pek çok parlak ve yaratıcı caydırma projesinin biri bitip biri başlıyor işte anlayacağınız. Burada limit sadece sizin hayal gücünüz…

Önemli olan bu süreci hasarsız atlatabilmek. Ve bunun için neredeyse yaptığım fiziksel antrenmanlardan daha çok zihinsel çaba harcıyor, o haine yenik düşmemek için sürekli uyanık olmaya ve kendi kendimi ikna etmeye çalışıyorum.


TAMAM GİDİYORUZ DERKEN

Öyle böyle son günler de geçiyor, teknik, sıhhi, şahsi vs bütün ekipmanları ve tıbbi muayene, sigorta vs diğer gerekli tüm süreçleri tamamlayıp hazır hale geliyorum. Geliyorum ama tam her şey hazır derken meteoroloji hafta sonu için Iğdır ve Ağrı’da fırtına ve sağanak yağış uyarısı verince sil baştan yeniden başlıyoruz.

Neyse ki çok uzun sürmüyor, biletimde yaptığım iki günlük ertelemenin ardından Pazartesi sabahı erken saatlerde Karayel ile birlikte bizi bekleyen yeni maceraya başlamak üzere İstanbul Yeni Havalimanı’na doğru yola çıkıyoruz…

Stacks Image 4697


  1. GÜN / Iğdır Dilucu Sınır Kapısı - Iğdır / 85km yol, 300mt irtifa

Hafta sonu Iğdır’da Azer otelde yer ayırtmış, resepsiyondaki görevlinin yardımıyla beni ve Karayel’i Iğdır havalimanından 100km uzaklıktaki başlangıç noktamız olan Dilucu sınır kapısına taşıyacak bir de araç ayarlamıştım.

İnince karşılaması için şöförü arıyorum. Ne dese beğenirsiniz; “Abey ben seni unutmuşum!!!”. Buyur buradan yak… “Bir şeyler ayarlayamaz mısın?” diye soruyorum; “Yok abey, mümkün değil.” diyor. Yapacak bir şey yok. İnince bir şeyler ayarlamaya çalışacağız artık…

Havalimanı sakin. Bisiklet taşıma bedelini ödeyip biraz hamur işi yiyorum; öğleden sonrası için yakıt babından.

Uçak tıka basa dolu. Covid-19 yüzünden aralarda boşluklar olur diyordum ama maşallah iğne atsan yere düşmüyor. Koltuğumu bulup güzelce yerleşiyorum. Biraz uyusam iyi olurdu ama tabi ki o heyecanla ne mümkün.

Yine de arkama yaslanıp gözlerimi kapatıyorum. Derken kapılar kapanıyor ve pistte hızlanıp havalanmaya başlıyoruz. İşte tam o anda yaptığım şeyi daha bir idrak ediyorum. İçimde bir şeyler büyüyor büyüyor ve ister istemez gülümsemeye başlıyorum; “Şimdi ben uçakla gittiğim bu kadar yolu bisikletle geri döneceğim, öyle mi?! Vay anasına !!!”


HEYBET Mİ DEMİŞTİNİZ

Uçaktan inmemle birlikte Ağrı Dağı’nı karşımda bulmam bir oluyor. O kadar etkileyici bir görüntüsü var ki… Uçağın merdiveninde öylece bakakalınca ancak arkamda bekleyen yolcuların homurdanmaları ile kendime geliyorum.

Gözümü alamadan merdivenden inmeye çalışırken bir kaç kez düşecek gibi oluyorum. Çok heybetli ve son derece güçlü görünüyor… Ama sanki asıl etkileyici olan o bir başınalığı. Etrafında hiç bir şey yokken göğe doğru öyle güzel bir açıyla yükseliyor ki her iki yandan, insan eteklerinden başlayıp gözlerini zirvesine doğru hareket ettirmeye doyamıyor.

Merdivenden inince durup uçak iyice boşalıncaya kadar izliyorum. Mağrur, güçlü, dünya dünya olduğundan beri kim bilir ne badireler atlatmış ama yine de dimdik ayakta. Ve öyle bir başına ama sanki çevresine güven saçıyor.

“Tam da olmak istediğim gibi” diye geçiriyorum içimden, çocukluktan kalma bir arzumu yeniden yaşarmışçasına…

İstemeyerek de olsa küçük terminal binasına girip Karayel’i beklemeye başlıyorum. Ama bir yandan da Dilucu’na kadar nasıl gideceğimizi düşünmekle meşgulum. Uçaktaki kalabalık bagaj beklerken gözüme daha da korkutucu geliyor. Eğer hemen harekete geçmezsem taksi bulmam çok zor olacak diye düşünüp çıkışa yöneliyorum. Tekrar güvenlik taramasından geçip içeri geçmem gerekecek ama başka çarem yok.

Çıkışta bekleyen taksici Hüseyin ile anlaşıp Karayel’i almak üzere tekrar terminale giriyorum. Bir kaç dakika sonra da taksimiz Dilucu’na doğru hareket ediyor.


3 KARISI VARMIŞ, İKİSİ KARDEŞ

Hüseyin benim yaşlarımda konuşkan bir Azeri Türk’ü. Hikayesi de o kadar çok ki yol nasıl geçiyor anlamıyorum…

Şimdi çoluk çocuğa karışmış ama 40 yaşına kadar evlenmemiş. Iğdır’ın tanınmış zenginlerinden birisinin hem sürücülüğünü hem de korumalığını yapmış yıllarca. Çok çapkınmış. İçki, sigara, gece hayatı hak getire. “Patron sabahlara kadar dışarıda olunca biz de alıştık işte.” diye günah çıkarıyor. Çıkarıyor ama anlatmasına bakılırsa kendisi de epey eğlenmiş yıllarca.

Yolda Iğdır’ın hafifçe dışında kalan Gazino/Pavyon kompleksini gösterip; “İşte bizim mekan. 10’a yakın gazino vardır burada. Bir zamanlar buradan çıkmazdık patronla. En çok da İstanbul’lu sanatçıları severdi. Bir tanesi geldi mi ne yapar eder, ayağına tonlarca para döker yine de onunla birlikte olurdu.” diye anlatıyor hafiften iç geçirerek…

Ama beni asıl etkileyen hikayesi sonradan geliyor; babasının üç karısı olmuş, üstelik iki tanesi de kardeşmiş. “Çok acımasız, barbar bir adamdı babam. Analıklarımı ayaklarından bağlayıp kuyuya sarkıtırdı kızdırdıkları zaman.” diyor. “Kimse bir şey demez miydi?” diyorum; “O zamanlarda bu dağın başında, kim kime ne diyecekmiş ki?” diye cevaplıyor. Peki analıkların nasıl razı olmuş iki kardeş aynı adama varmaya?” diye soruyorum; “Kim demiş razı olduklarını, onlara soran olmuşmu ki!” diyor bu sefer de…

Şaşkın bir halde etrafımı seyretmeye koyuluyorum. Coğrafya gerçekten muhteşem ama beni asıl etkileyen Hüseyin’in hayal gücümü tetikleyen hikayeleri. Kafamda düşler, sağ yanımda Ağrı Dağı, sol yanımda ise Aras nehri ve iki yanında sazlarla kaplı harika düzlükler içinden öylesine gidiyoruz. Hava da öyle yumuşak ki…


YARISI KÜRT, YARISI TÜRK, NORMAL YANİ…

“Buralar hep böyle güzel midir ?” diye sorunca Hüseyin yine başlıyor anlatmaya; “Ağrı ile aramız bir iki saat ama 15 derece sıcaklık farkı var. Iğdır ayrı bir dünyadır, Doğu’da bir Akdeniz şehridir gibidir.” diyor. Gerçekten de öyle…

Türkiye’nin en güzel kayısısı burada yetişir, domateslerimizin tadına da doyum olmaz.” diyor. “Sınır kapısı şimdi kapalı, sen bir de o açıkken gör buraları. İran’dan Nahçıvan’dan gelen giden hiç eksik olmaz. LC Waikiki’nin en çok ciro yapan şubesi Iğdır mağazasıdır, biliyor muydun?” diye ekliyor.

Gerçekten de hiç doğudaymışım izlenimi vermiyor buralar, daha çok güneyde bir yerlerdeymişim gibi hissediyorum.

“Peki burada insanlar kime oy veriyor?” diye soruyorum. “Yarısı MHP’ye yarısı da HDP’ye” deyince bakışıp gülüşüyoruz. “İyi, kan çıkmıyor.” deyip gülünce; “Yok abey yok. Buradakilerin yarısı Azeri Türk’ü, kalan yarısı da Kürt’tür, normal yani. Savaş asker ile PKK arasında, biz geçinip gideriz hiç sıkıntımız olmaz.” diyor.

Sohbet ede ede kalan yolu da bitiryoruz ve saat 14:00 gibi Hüseyin bizi Dilucu sınır kapısının önünde bırakıyor. Biraz beklemesini rica ediyorum. Öyle ya sınır kapısı kapalı olduğuna göre eğer bir aksilik çıkarsa Iğdır’a dönmek için bir araç bulmam çok zor. En azından Karayel’in kutusunu açıp bir eksiğimiz var mı yok mu emin olmak istiyorum. Her ne kadar Cumartesi günü paketlerken son derece titiz davranıp Bike&Outdoor’daki çocuklarla her şeyi iki kere kontrol etmiş olsak da insan böylesine iptidai bir yerde paranoyasına engel olamıyor. Ufak bir vida bile kayıp olsa takıldın kaldın, burada nereden bulup da takacaksın…

Neyse ki her şey tamam görünüyor. Hüseyin ile helalleşip ayrılıyoruz. O kapıdan aldığı bir yolcu ile Iğdır’a dönerken ben de karayel’i kurmaya koyuluyorum. Yeni yapıldığını düşündüğüm modern sınır kapısı kompleksindeki geçiş noktalarından sadece birinde bir memur var ve etraf çok sessiz. Sadece Türkiye’den çıkış yönünde arada sırada bir araç geçiş yapıyor.


“AMİRİM, BURADA Bİ ABİMİZ VAR…”

Iğdır’a kadar yaklaşık 100km yolum var. Fazla vakit kaybetmeden bir an önce Karayel’i kurup yola düşmek istiyorum. Öyle harıl harıl çalışırken birden yanımda genç bir memur beliriveriyor. Selamlaşıyoruz. Beni öyle görünce merak edip gelmiş. Adı Resul. Gençten, pırıl pırıl bir gümrük memuru. İlk görev yeriymiş burası…

“En doğudan başlayıp, en batıya gideceğim.” deyince gözleri parlıyor. Hemen telefonunu çıkarıp bir yeri arıyor. Ardından da; “Amirim, burada bir abimiz var, Bisiklet ile Türkiye’nin en batısına gidecekmiş, izniniz olursa onu içeriye alıp en doğu noktamıza götürmek isterim.” diyor. Kısa bir görüşmenin ardından bana dönüp gülümsüyor ve beni alıp sınır kapısından içeri sokarak Aras nehrinin üzerindeki köprüye doğru götürüyor. Yolda amiri de bize katılıyor. Onun adı da Suat. Resul’den biraz daha yaşlıca ama yine de genç sayılır.

Yolda konuştukça konuşuyoruz. Onlar bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde böyle birisini gördükleri için, ben de daha başlangıçta böylesine bir destek bulduğum için son derece keyifliyiz.

Sınırın son noktasına kadar gidip Azeri askerlerle sohbet ediyoruz. Bu arada Resul ve Suat Dilucu’nun öneminden bahsediyorlar bana. Burası üç ülke toprağının içine saplanmış bir kama gibi. Kuzeyinde Ermenistan, doğusunda Nahçıvan, güneyinde ise İran yer alıyor. Yani aynı anda üç ülkeye açılan bir sınır kapısı. Dünyanın herhangi bir yerinde böyle bir yer daha var mıdır bilemiyorum.

Resul; “Atatürk bu toprağı cebinden para verip öyle almış İran’dan.” diyor. Suat da arkasından; “Türk dünyası ile bağlantı kopmasın diye. Nasıl bir ileri görüşlülüktür bu, düşünebiliyor musunuz?” diye ekliyor. Doğru söze ne denir…


“TÜRKİYE’NİN EN DOĞU NOKTASI”

Sonunda Aras nehrinin üzerindeki köprüde yer alan ve “Türkiye’nin En Doğu Noktası” yazan tabelanın altında fotoğraf çektirip tekrar kapıya dönüyoruz. Çocuklar; “Yemek yemeden bırakmayız.” diye ısrar ediyorlar. Dilim döndüğünce yemek yersem sürüşün zorlaşacağını anlatmaya çalışıyorum. Neyse ki anlayışla karşılayıp fazla ısraretmiyorlar. Karşılıklı telefon, sosyal medya vs değiş tokuşunun ardından artık yola çıkmaya hazırım.

İlk pedalla birlikte istem dışı olarak yüzüm gülmeye ve sanki kanım damarlarımda daha hızlı akmaya başlıyor. Solumda inanılmaz Ağrı Dağı, sağımda Aras nehrinin iki yanındaki yemyeşil sazlıklar ve önümde dümdüz uzanan kaymak gibi bir asfalt. Daha ne isteyebilirim ki…

O keyifle neredeyse hiç bir şey düşünmeden bir saatten fazla gidiyorum. Derken yol bir Jandarma Kontrol Noktası ile kesiliyor. Kocaman beton bloklar yüzünden ister istemez sağa çekiyorum ki uzun, iri yarı ve orta yaşlı bir asker yanıma geliyor. Subay desem değil, astsubay veya uzman hiç değil. Bu yaşta rütbesiz asker olması da biraz abzürt. İçimden “Herhalde korucudan devşirme vs” diye geçirirken benimle konuşmaya başlayınca emin oluyorum. Türkçe’yi bu kadar zor konuşan birisinin normal yollardan asker olması pek mümkün değil. Bir de korkutucu, aşırı kendine güvenden gelen karanlık bir hali var. Sorularını cevaplarken neyse ki yanımıza bir de astsubay geliyor. Onunla anlaşmamız çok daha kolay oluyor ve tekrar yola koyuluyorum.

Ama aklım orada kalıyor. O karanlık asker ve onun diğer taraftaki fotokopisi olan PKK’lı teröristleri düşünüyorum. Onların dev iştahlar tarafından istikrarsızlaştırılmış bu güzelim coğrafyadaki hesapsız at koşturmaları yüzünden bu halk kim bilir on yıllardır neler çekti ve hala da çekmeye devam ediyor diye düşünmeden edemiyorum.

Haliyle canım sıkılıyor ama neyse ki canımı daha da sıkacak bir şey olup teker patlıyor. Bu da sanki artık kader oldu. Ne zaman tura çıksam ilk gün mutlaka tekerim patlıyor. Aslında bir şeyden şüpheleniyordum ama emin olmak için dış lastiği kontrol etmem gerekiyor.

Ve işte tam tahmin ettiğim gibi, dış lastikte hiç bir şey yok; ne bir iz, ne bir diken, ne bir taş vs. Muhtemelen uçak seyahati yüzünden oluyor. Her ne kadar yükseklerdeki düşük basınç patlatmasın diye yolculuktan önce iç lastiklerin havasını indirsem de, sanırım o yüksekliklerde -50 derecelere ulaşan soğuk yüzünden lastiğin malzemesi zayıflıyor ve en ufak bir zorlanmada patlıyor… Bundan sonra artık iç lastikleri yanıma alıp uçağın içerisinde taşımaya karar vererek, Ağrı dağı manzarasında lastik tamirine girişiyorum.

Ama şanslı günümde olmalıyım ki; bu sefer de vidalı pompamın sökme esnasında kendisiyle birlikte lastiğin sibobunu da gevşetmesini ve bastığım bütün havayı kaçırışını izlemek zorunda kalıyorum. Bir bu eksikti… Neyse ki yanıma küçük bir kargaburun almıştım. Sibobu iyice sıkıp tekrar hava basmaya koyuluyorum. Lastiği değiştirmek bir şey değil de, asıl zor olanı bu küçücük el pompasıyla o kadar havayı basmak. Onun da kaçtığını görünce insan iyice sinirleniyor. Endişe ile pompayı tekrar sökerken en ufak sesi bile kaçırmamak için nefesimi bile tutunca kalp atışlarımı kafamda zonklamaya başlıyor. Neyse ki sibobu yeterince sıkılamışım, pompa hiç hava kaçırmadan sökülünce tuttuğum nefesimi bırakıp yeniden gülümsemeye başlıyorum.


“MODERN IĞDIR’DA MATEM AYI…”

Yeniden yola koyulmak çok iyi geliyor. Kısa bir süre sonra da Iğdır’ın en doğudaki ilçesi Aralık’ın merkezine geliyorum. Küçük bir yer değil ama ortalıkta çok fazla bir şey de yok. Gördüğüm ilk bakkalın önünde durup kendime buz gibi bir kola ve çikolata ısmarlıyorum. Turun en güzel yanlarından birisi de işte bu; limitsiz şeker !!!

Yolun kalan 50 kilometrelik bölümünde çok da kayda değer bir şey yaşamadan akşama doğru Iğdır’a varıyoruz. Varır varmaz da Hüseyin’in neden bahsettiğini daha iyi anlıyorum. Burası insanlarıyla olsun yapılarıyla olsun gerçekten modern bir şehir. Bu arada modern ama simsiyah kıyafetleriyle gezinmekte olan onlarca geni görünce yine Hüseyin’in söylediği başka bir şeyi; “Matem ayındayız, Şii inancına göre bu ayda ne düğün olur, ne eğlence, ne de başka bir şey. Hatta sırtını zincirle dövenler bile olur.” deyişini hatırlıyorum. Burada ciddi bir İran etkisi var gibi. E bu kadar yakınındayken olmaması da garip olurdu zaten…

Önceden ayarladığım Azer otel şehir merkezinde ve bulmam uzun sürmüyor. Resepsiyonda daha önce görüştüğüm genç Mikail işlemimi yaptıktan sonra odama götürmek üzere beni yaşlı bir amcaya teslim ediyor. Odaya giderken sohbete başlıyoruz. Adı Yaver; “Gençliğimde ben de çok binerdim bisiklete.” diyor beni gördüğüne sevinmiş bir şekilde. Şaşırmıyorum. Çünkü bu tepkiyi almaya o kadar alıştım ki. Sanki bisiklet insanları direk çocukluğun masum günlerine ait anılara bağlıyor. Hayat gailesinin her şeyi mahfetmediği, coşku ve hareket dolu günlere ait o güzel anılara…

Çabucak yerleşip kendimi dışarı atıyorum. Karnımı doyurmam ve ertesi sabah için alışveriş yapmam gerek. Zira hedeflediğim mesafeleri yapmak istiyorsam günün ilk ışığıyla sürmeye başlamam gerekiyor ki burada gün sabah 05:15’te ağarıyor ve o saatte otelde bir şey bulmam mümkün değil.

Mikail’den iyi bir lokanta ile Migros’un yerini öğrenip yola koyuluyorum. Kent merkezindeki Migros’un Caddebostan Migros’tan hiç farkı yok. Üstelik farklı olmayan sadece raflardaki ürünler değil, aynı zamanda giyim kuşamları olsun, tavırları olsun, içerideki insanların da Caddebostan Migros’takilerden hiç farkı yok…


“ABEY DUR DESEYDİN!…”

Muz, çikolata, kek, kuruyemiş bar, sporcu içeceği ve sudan oluşan azık-kumanya alışverişimi yapıp Mikail’in tavsiye ettiği lokantaya geçiyorum. Buranın en meşhur “Cağ kebap” lokantasıymış. Daha masaya oturur oturmaz masa garnitür, meze, vs donanıveriyor. Önce gözünüzü doyuruyorlar anlayacağınız. Derken şiş şiş Cağ kebaplar gelmeye başlıyor. Sofradaki tepeleme tandır lavaşına çekip çekip yutuveriyorum soğan ve garnütrler eşliğinde. Ama sanki garson aportta beklermiş gibi daha ben çekip bitirmeden hop yenisini getiriveriyor. Anlam veremeyip, kebap da nefis olduğundan bu yarışa katılıveriyorum. Ben yutuyorum o getiriyor, ben çekiyorum dolduruyor…

Derken yemekten bitap düşüp garsona; “Anlaşıldı sen patlatacaksın beni” diyerek gülüyorum. O da bana gülüp; “İyi de abey, burada adettir; sen dur diyene kadar getirmezsek paralarlar bizi.” deyince mesele aydınlanıveriyor.

Her ne kadar o mutlu halimle oturduğum yerden kalkmayı hiç istemesem de, ertesi sabah bütün turun en zorlu üç rampasından ilkini tırmanacağım için şişmiş göbeğimle zar zor otele gidip erkenden yatıyorum. Hiç fena bir başlangıç olmadı aslında, umarım gerisi de gelir…


2.GÜN / Iğdır-Ağrı Eleşkirt / 200km yol, 2.100mt irtifa

05:00’da uyanıp hazırlanmaya başlıyorum. Eşyam ne kadar az da olsa hazırlanmam yaklaşık bir saati buluyor. Öncelikle elektrolitli su hazırlayıp mataralarımı doldurmam gerekiyor. Aşırı terlemeden dolayı vücudum çok fazla mineral kaybettiğinden bunları yerine koymam çok önemli. Çünkü bu mineraller normal yiyecek ve içecek ile geri alınamıyor. Ayrıca yine terleme yüzünden çok fazla su içtiğim için su-mineral dengesi su lehine iyice bozuluyor ve giderek zehirlenmek kaçınılmaz hale geliyor. O yüzden her sabah kalkınca ilk işim yanıma aldığım elektrolit haplarını eriterek mataralarımdaki suya karıştırmak oluyor.

Ardından meyve (genellikle muz), biraz karbonhidrat ve sporcu içeceğinden oluşan kahvaltımı ediyorum. Onun üzerine demir ve kıkırdak destek haplarımı da yuttuktan sonra sıra toplanıp Karayel’i hazırlamaya geliyor.

Karayel’i hazırlayıp, son olarak tekerlere biraz hava basıyorum. Ardından sırayı yaklaşık 15 dakika süren esneme hareketlerim alıyor. Sakatlanmamak için kaslara iyi davranmak çok önemli. Çünkü sakatlık veya hastalığın tek anlamı var: “Game Over!”.

Esneme seansı da tamamladıktan sonra öğlene kadar tüketeceğim yiyecek, içecek vs ıvır zıvırı bike-shirt’ümün arka ceplerine yerleştirip artık yola çıkmaya hazır hale geliyorum.

Her sabah bu tekdüze rutini tekrarlamak bir süre sonra can sıkıcı hale gelmeye başlıyor ama her şeyin bir bedeli var; bedavaya köfte yok…


“ANA STRATEJİ: ADIM ADIM…”

Her gün için; “Şu saatte kahvaltı, şu saatte mola, şu saatte öğlen yemeği vs” gibi şablon bir stratejim yok. O gün alacağım yolun durumuna göre günlük stratejiler belirliyorum. Mesela bugün ilk başta büyük bir rampa çıkacağım için öğlen yemeğini onun bitiminde planladım. Kaç saat sürüp saat kaçta yemek yiyip dinleneceğime emin olamadığım için de durumu yanıma alacağım yiyecek içecek ile idare etmek zorunda kalacağım. En önemli stratejim ise her gün ne olursa olsun belirlediğim hedefe ulaşmak, hatta mümkünse daha da fazla yol almak. Çünkü her düşündüğümde beni korkutan o büyük hedef, her gün o günkü hedefime ulaştığım takdirde kaçınılmaz olarak gerçekleşmiş olacak.

Bugünkü hedefimiz ise iyi bir tam gün performansı çıkarıp yolculuğa sakatlıksız ve arızasız sıkı bir başlangıç yapmak. İlk arzum akşam olduğunda en azından 150 kilometre yol alıp sıkıntısız ve hasarsız bir şekilde Ağrı’ya varabilmek. Daha fazlası olursa da ne ala…

Cesaretimi toplayıp, büyük rampa için pedala basıyorum. Hava serin ama soğuk değil. Acele etmeden ve yavaşça tempomu arttırarak sürmeye koyuluyorum. Önceki tecrübelerimden biliyorum ki; her ne kadar zorlu olursa olsun, rampaları aşmanızı sağlayan en önemli silahınız “sabır”. Eğer yeterince sabırlı olursanız her rampa mutlaka biter. Ama sabrınızı yitirip acele ederseniz gücünüzün ve daha da önemlisi dayanma gücünüzün çoğunu daha rampanın yarısına gelmeden harcamış olursunuz ki bu da yarı yolda pes etmeye davetiye çıkartmaktan başka bir işe yaramaz.

Önümde beni bekleyen ve yaklaşık 800 metre irtifa yapacağım rampaya tırmanmaya başlıyorum. Tempomu ayarlayıp gücümü tasarruflu kullandığım için yokuş çok fazla zorluk çıkarmıyor. Ama dediğim gibi asıl mücadeleyi sıkıntı ve yavaşlık ile veriyorum. O an her şeye anında ulaşmaya programlanmış beynime bu hızla bu rampa hiç de bitecekmiş gibi görünmüyor ama sandığım gibi olmadığını ve ritmimi bozmazsam galip geleceğimi bildiğimden konsantrasyonumu yaramaz aklımı oyalamaya veriyorum.

Bir pedal, bir pedal daha, bir daha, bir daha derken asfalt altımda yavaş yavaş akmaya beynim de yavaş yavaş uyuşup bir nevi meditasyona girmeye başlıyor. Havanın ısınması ve zorlu mücadelem sonucu oluşan terler burnumun ucundan şıpır şıpır damlamaya başladığında sanki bir rüyada gibiyim.

Hiç bozmadan devam edip 200 metre irtifaya ulaştığımda ilk molamı veriyorum. Biraz su, küçük bir atıştırmalık ve geriye doğru bir bakış keyfimi yerine getirmek için yeterli oluyor. Beş dakikalık bir dinlenmenin ardından tekrar yola koyuluyor, aynı şekilde 400 metre irtifaya gelince ikinci molamı veriyorum.


“KUÇU STRATEJİLERİ…”

Artık rampayı yarıladım ve kendimi gayet iyi hissediyorum. O yüzden keyfim iyice yerine geliyor. Yine kısa bir dinlenmenin ardından yola koyuluyorum ki ilk kuçu kuçu randevum gerçekleşiyor. Dev gibi bir çoban köpeği. Civarda bir yerlerde otlayan bir sürü var herhalde. Hani inişte olsam sorun yok, basar geçerim ama tırmanışta çok yavaş olduğum için münasebet kaçınılmaz…

Hemen birinci kuçu stratejim devreye giriyor; “Görmezden gel”. Ama maalesef pek bir işe yaramıyor… Havlayarak “Seni yiyecem” dediğine yemin edebilirim, o derece yani… Madem öyle ikinci stratejiyi devreye sokuyorum; “Alttan al”. Burnumun ucundan şıpır şıpır terler damlarken “Ya abicim git işine, zaten yokuştan canım burnumda” tarzı bir şeyler geveliyorum ama yok bu da işe yaramıyor… O zaman sıra ister istemez üçüncüsüne geliyor; kalayı basıp bir iki okkalı küfürün ardından ben de bağırmaya başlayınca bu sefer biraz duruluyor; e boşuna dememişler; “Dinsizin hakkından imansız gelir!” diye…

Bu belayı savuşturmanın verdiği keyifle güzel güzel pedallıyorum ki yavaşça yanımdan geçen bir araba az ilerimde sinyal verip sağa yanaşarak duruyor. Tam yanından geçerken açılan camdan birisinin; “Merhaba Kartal Abi” dediğini duyuyorum. Tam kafamı çeviriyorum ki ekliyor; “Benim abi; Suat, sınır kapısından.”.

Suat ailesiyle birlikte Muş’a gidiyormuş ki beni görünce durup selamlaşmak istemişler. Kendisi, hanımı, kızı ve oğlu ile ayaküstü kısa bir sohbet ediyoruz. Ufaklıklar çok tatlı, çakmak çakmak gözlerle beni süzüyor adeta gözleriyle beni sorguya çekiyorlar; “Nedir senin olayın abicim?!” der gibilerinden. Kısa süren hoş bir sohbetin ardından karşılıklı iyi yolculuklar dileyip vedalaşıyoruz.

Altıyüz metre irtifada üçüncü molamı da verince iyice rahatlıyorum. Artık çoğu bitti sayılır. Arkamı dönüp baktığımda manzara beni büyülüyor; aşağıda yemyeşil Iğdır ovası göz alabildiğine uzanıyor.


“İLETİŞİMDE SON NOKTA: GÖNÜLDEN GÖNÜLE”

Zirveye doğru yeniden yola çıkıyorum ki, yolun karşı tarafında bir köy yolu sapağında çömelmiş araç bekleyen gençten birisi bana el etmeye başlıyor. Hizasına gelince durup yolun karşısından merhabalaşıyorum. Çantasının yanındaki bidonu gösterip; “Abey gel suyun yoksa su iç!” diyor. Duygulanıyorum; “Sağolasın, Allah razı olsun, suyum var, eksik olma.” deyince; “Yolun açık olsun o zaman.” diyor. “Senin de.” deyip tekrar yola koyuluyorum.

Bir kaç yüz metre gidip bir virajı alınca sağ yanımda bir düzlük beliriyor. Epey ileride ahır mı yoksa ev mi tam anlayamadığım bir iki yapı var. Bir de onun önünde kucağında bebeğiyle genç bir kadın. Genç bir kadın diyorum ama pek emin değilim aslında. Birincisi baya uzakta, ikincisi de çöl insanları gibi giyinip başını ve yüzünü sarmalamış. Hava şartlarından kalma bir alışkanlık olsa gerek sadece gözlerinin olduğu yer açıkta. Öylece merakla bakarken o da beni görüp el sallamaya, avazı çıktığı kadar bağırıp bir şeyler söylemeye başlıyor. Ama çok uzakta olduğu için ne dediğini anlayamayıp ben de ona el sallıyorum. Bunun üzerine barakalara dönüp tekrar bağırmaya başlıyor. Tam ne olduğunu anlamaya çalışıyorum ki barakalardan aynı şekilde giyinmiş bir başka genç kız çıkıp koşarak onun yanına geliyor. Derken birlikte bağırıp çağırarak coşkuyla bana doğru el sallamaya başlıyorlar. Ben de havaya girip bağıra bağıra onlara doğru el sallamaya başlıyorum. Bugüne kadar yaptığım en garip iletişimlerden birisi kesinlikle ama o kadar hoşuma gidiyor ki anlatamam. İletişimde son nokta. Bildiğin; “Gönülden Gönüle” işte…

Kaplumbağa hızıyla biraz daha devam edip bir virajı daha alınca düzlük arkamda kalıyor ve artık ileride “Pamuk Geçidi, Rakım:1660” yazan tabelayı görüyorum. İşte oldu, ilk görev tamam… O anda kendimi o kadar iyi hissediyorum ki anlatamam.

Tabelanın yanında durup iyice dinleniyorum. Çok iyi tırmandım ama henüz sadece 30 km yol alabildim. Daha akşama kadar gitmem gereken 120 km yol var.


“GÖNLÜBOL VEDAT…”

Zirveyi arkamda bırakmamla birlikte hem coğrafya hem de iklim aniden değişiveriyor. Önümde Doğubeyazıt düzlüğü ile etrafındaki heybetli dağlar sanki özenle hazırlanmış bir tiyatro sahnesiymiş gibi uzanıyor. Görüş o kadar açık ve gökyüzü o kadar mavi ki ister istemez; “Bu görüntü gerçek olamaz” diye düşünüyorum.

Bu kadar güzelliğin bir bedeli olmalı tabi ki; yol aniden soğuk asfalta dönüyor ve rüzgar da tam karşımdan esmeye başlıyor. Tipik tur hayal kırıklığı. Hep böye olur zaten; tam rampayı bitirip rahat edeceğim diye düşünürsünüz, yokuştan sonraki düz yol hep daha zorlu çıkar. Benimki de o hesap, Doğubeyazıt’a doğru giden o 30 kilometrelik engebesiz yol tam bir kabusa dönüşüyor. Neyse ki manzara muhteşem…

Rüzgardan dayak yiye yiye bir kaç kilometre gittikten sonra manzara beni iyice büyülüyor ve fotoğraf çekmek için duracak bir yer ararken yol kenarında bir yer görüyorum. Dağın duvarına yaslanmış bir brandanın altında bir iki masa ve bir kaç sandalye, üstlerinde de kartona el ile yazılmış “Çay” yazısı. İşte tam aradığım şey.

Sandalyelerden birinde genç bir adam oturuyor, önünde de çocuğu olsa gerek 5-6 yaşlarında bir oğlan. Selam verip; “Çay var mı?” diye soruyorum. genç adam; “Var abi, buyur.” diyerek beni içer, davet ediyor.

Adı Vedat, oğlununki de Miraç. “Niye konuşmuyor hiç Miraç diye soruyorum çocuğun gözlerine bakarak takılırcasına; “Utangaçtır abisi.” diyerek cevap veriyor babası, ben de çok üstelemiyorum…

İçeriye gidip çay dolduruyor Vedat. İçeri deyince yanlış anlamayın, brandanın arkasında ne bir dükkan var ne de ona benzer bir şey; sadece küçük bir mağara. Ama öyle tatlı geliyor ki o çay ile Vedat’ın samimi sohbeti anlatamam.

Bir de benden para almıyor ki Vedat, iyice duygulanıyorum. Bu kuytuda kim bilir topu topu kaç bardak çay satıyor da benden para almıyor acaba diye düşünürken aklımdaki zenginlikle ilgili tanımlar birer birer anlamlarını yitiriyorlar. O küçük mağaranın önünde elimde sıcak çay o muhteşem manzarayı seyrederken, Vedat’ın gönlübolluğu her şeyin güzelliğini daha da bir katlayıveriyor sanki…


“YA BU DÖNER DEĞİL, YA DA ÖNCE YEDİKLERİM BAŞKA BİR ŞEYDİ…”

İstemeye istemeye kalkıp yeniden yola düşüyorum. İkinci bir Jandarma Kontrol Noktasından daha geçiyorum ama burada hiç kimse beni durdurmuyor. Yol da kötü rüzgar da. Ama üzerine bulutların gölgesi düşen, kimi yeri pembe kimi yeri mor dağların arasına sıkışmış düzlüğün o yemyeşil sazları aklımı öyle başımdan alıyor ki farkına bile varmıyorum.

Doğubeyazıt’a on kilometre kala yol yeniden sıcak asfalta dönüyor ama rüzgar durmuyor. Kendimi zorlayıp, gücümün son kırıntılarını da kullanarak saat 11:00 gibi kendimi zar zor şehir merkezine atıyorum. Artık bir şeyler yemem gerek, yoksa yüz metre bile gitmem imkansız.

Şehir merkezi otantik ve oldukça kalabalık. Hani iğne atsan yere düşmeyecek. Bildiğin Kadıköy Çarşı. Dışarıda masası olan bir yer bulup otururum diye ummuştum ama Covid-19 yüzünden olsa gerek yol üstünde bir tane bile masa bulamıyorum. Bir iki tur attıktan sonra burnum bir kokuya takılıp beni üzerinde “Tad Restaurant” yazan tabelanın altına götürüyor. Koku lokantanın girişindeki dönerden geliyor ama öyle böyle bir şey değil. “Herhalde çok acıktım ondan olsa gerek” diye düşünürken içimden bir ses; “Yok yok, bu döner başka bir şey” diyerek beni fişekliyor.

Karayel’i dükkanın önündeki kaldırıma dayayıp tam kapıdan sipariş vereceğim ki patron edalı birisi gelip; “Buyur abicim, sen meraklanma biz bisikletine bakarız hiç bir şey olmaz.” deyip beni masalardan birine oturtuyor ve daha ağzımı açmadan masamı donatıveriyor. Ardından kendisi de masaya oturuyor.

Kendisi Mehmet Usta, dükkanın sahibiymiş. Epey bir sohbet ediyoruz. “Ondokuz yaşımda kurdum burayı, şimdi elli yaşımdayım” diyor. Bir oğlu varmış ta Bodrum’da. memleketin öbür ucunda yani. “Burayı bırakıp da gidemiyorum bir türlü” diyerek dert yanıyor. Tam o sıra döneri kesen çocuk sesleniyor bana; “Abey bunun lastiği patlıyor mu?”.

“Patlıyor, patlıyor, sen bana bir döner daha kes bakiim.” diyorum keyifle. Bu nasıl bir döner anlatamam. Ben daha önce böylesini yemedim. Ya bu döner değil, ya da benim bugüne kadar yediklerim başka bir şeydi… “Bizim buranın yerli sığırlarından, küçük olanlardan yapıyoruz ondan böyle lezzetli.” diyor Mehmet Usta. “Bir zaman iri ithal hayvanları getirdiler, işimizi gücümüzü mahvettiler zor toparladık vallahi!” diye de ekliyor ardından.


“PAMUK, İPEK, SIRADAKİ?”

Göbeğim yine şişiyor. Çay üstüne çay içiyorum ama ne fayda. Kalkıp gitmem lazım yoksa oracıkta uyuyup kalacağım mazallah. Bir saat bile olmadı ama çok ısındık Mehmet Usta ile birbirimize, öyle ki sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi geliyor ikimize de. Hal böyle olunca kalkıp gitmek de zorlaşıyor haliyle ama yapacak bir şey yok, yolcu yolunda gerek.

Zar zor Tad Restaurant’tan ayrılıp anayola doğru yol almaya başlıyorum. Nedense içimden bir ses buralara tekrar geleceğimi söylüyor. Anayola varınca bir benzinliğin marketinden bike-shirt’ümün boşalan ceplerini yeniden yiyecek ve içecek ile takviye edip, bir de dondurma götürdükten sonra saat 12:00 gibi yeniden yola düşüyorum.

Yol bozuk ama Doğubeyazıt’a gelene kadar canıma okuyan rüzgar artık arka çaprazımda kaldığı için neredeyse uçar gibi gitmeye başlıyorum. Yolda 2.025 metre irtifadaki İpek Geçidi’ne tırmanıyorum. Önce Pamuk Geçidi, şimdi de İpek, sırada ne var merak ediyorum doğrusu. Tahminim; “Saten”…

Bu rampa da zorluydu ama sabahki tırmanıştan sonra o kadar da kötü gelmiyor. 30 kilometrenin ardından Diyadin, bir diğer 35 kilometrenin ardından da Taşlıçay arkamda kalıyor.

Taşlıçay’daki 3. Jandarma kontrol noktasından sonra yol da düzelince kalan 30 kilometrelik yolu da rahatça kat edip saat 16:00 gibi bugünkü hedefim olan Ağrı’ya ulaşıyorum. Henüz havanın kararmasına üç saat var. O yüzden 50 kilometre ötedeki Eleşkirt’e devam edip turun tamamı için zaman kazanmaya karar veriyorum.

Yalnız gelmişken varsa bir bisikletçi bulup yedek iç lastik almak iyi olacak. Ağrı düşündüğümden çok daha küçük. Hani girişinde tabelası olmasa şehir değil de ilçe burası diye düşünmek işten bile değil.


“COVID-19 MU OLDUK YOKSA?”

Merkezde dolaşırken Hekimoğlu Bisiklet’i bulup genç sahibi Berat ile tanışıyorum. Sohbeti çok hoş ama maalesef elinde ince sibop 28 iç lastik yok. “Buralarda kimse kullanmıyor ki abi. Belki Erzurum’da bulursun” diyor. “Eleşkirt’te kalacak yer var mı?” diye soruyorum. “Var ama Covid-19 burada da Eleşkirt’te de çok kuvvetli. Her gün altı yedi kişi ölüyor.” diyerek beni sıkılıyor. Zaten hafiften boğazım da ağrıdığı için biraz tırsıyor; “Yol zaten zorlu ama bu Covid-19 daha da zorlaştıracak anlaşılan.” diye düşünerek tekrar yola çıkıyorum.

Az önce beni uçuran rüzgar bu sefer yine karşıma geçmiş gibi. Üstelik yol da hafif rampa. Hani şu düz gibi görünen ve insana; “Niye bir türlü gidemiyorum.” dedirten yollardan. Git git bir türlü bitmiyor.

Neyse ki saat 18:30 gibi hava tam kararmaya yüz tutmuşken Eleşkirt’e ulaşıyorum. Şaka maka 200 kilometre yol yaptık. Üstelik toplamda 2.000 metrenin üzerinde de irtifa yapmışız. İlk tam gün için hiç de fena değil. Kendimi tebrik edip kalacak bir yer aramaya başlıyorum.

İlçenin girişinde “Şark Apart” diye bir otel gözüme çarpıyor. Görünüşü gayet iyi. Girip şansımı denemeye karar veriyorum. Şansıma boş oda var. Fiyatı da gayet uygun. Ama gel gör ki ateşölçerleri bir türlü ateşimi ölçemiyor. İster istemez ben de tırsmaya başlıyorum. Tam resepsiyondaki çocuk; “Bu şartlarda size oda veremem.” diyor ki otelin sahibi olduğu belli olan birisi gelip bu sefer o ateşimi ölçmeyi deniyor. Bir kaç denemeden sonra alet düzelip yeşil ışığını yakıverince derin bir nefes koyveriyorum. Hem ateşim olmadığı çin, hem de oda bulduğum için…

Odaya yerleşip kapanmadan bir Eczane bulmak için dışarı fırlıyorum. Niyetim bir boğaz spreyi almak. Neyse ki açık bir tane buluyorum. Sabah alışverişimi de yapınca artık sıra yemek yemeye geliyor.

Eleşkirt çok büyük bir yer değil ve dolayısıyla çok fazla seçenek de yok. Kaderime razı olup ilk gördüğüm yere giriyorum. Kocaman bir lokanta ama masalar bomboş. İşkillenip dışarı çıkmaya hazırlanırken aniden beliren bir garson çocuk beni alıp üst kata çıkarıyor. Yukarıya çıkmamla birlikte ağzım açık kalıyor. Burasının aşağısıyla uzaktan yakından alakası yok. Üstelik bu kadar güzel bir yere İstanbul’da bile gittiğimi hatırlamıyorum. Dekorasyon harika, insanlar pırıl pırıl giyinmiş… Bula bula Eleşkirt sosyetesinin geldiği yeri buldum anlaşılan.

Bolca yemek söyleyip patlayana kadar yiyorum. Ve tabi ki üç otuz kuruşa. Ne diyeyim; harika…

Sallana sallana otele dönüp yine erkenden yatıyorum. Zaten daha fazla ayakta duracak halim de yok…


3.GÜN / Ağrı Eleşkirt- Erzurum Aşkale / 203km yol, 1.600mt irtifa

Sabah yine erkenden uyanıyorum. Önceki gün kendimi epey zorladım ama yine de oldukça iyi hissettiğim için neşeleniyorum. Ağrı, tutulma vs yok çok şükür.

Yine her sabahki rutinime girişip hazırlıklarımı tamamlıyorum. Hava saat 06:20’de aydınlanırken yola çıkmaya hazırım. Bugünkü hedefim yine 200 km yol yapıp bunu turun standardı haline getirmek üzere sıkı bir adım atmak. Zira 2.000 kilometreden fazla sürecek bu yolculuğu 10 günde tamamlamak istiyorsam, her gün en az 200 kilometre yol yapmam hatta iki üç gün de bu ortalamanın üzerine çıkmam gerekiyor.

Eleşkirt çıkışı hafif bir rampa ile başlıyor ama bir kaç kilometre sonra yine önceki sabahki gibi ilk olarak sağlam bir yokuş var. Yaklaşık bir 500 metre irtifa yapmam gerekecek. Zihnimi rölantiye alıp kendimi etrafın tadını çıkarmaya vakfediyorum.

Boz ama yumuşak tepelerle çevrelenmiş yemyeşil düzlüklere havadaki pamuk parçacığı bulutların gölgeleri düşerken ortalıkta çıt çıkmıyor. Etrafta ne bir ev var ne de insan yapısı başka bir şey. Safi huzur…


“HADİ CANIM? VALLA BİLLA…”

Biraz ilerledikten sonra sol tarafımda kışın kullanılan kayak tesisilerini ve teleferikleri görüyorum. Şu an in cin top oynuyor. Biraz daha ilerleyince de beklenen rampamız başlıyor. Eğim sert ama en azından asfalt iyi. Islık çala çala tırmanıyorum. Gerçekten de sabırla devam ettiğin sürece yapamayacağın hiç bir şey yok…

2.000 metre irtifada bir zirveye ulaşıyorum. Yol ondan sonra yokuş aşağı hem de çok sert bir eğimle devam ediyor. Ama bir gariplik var çünkü zirve 2.200 metrelerde olmalıydı. Bir anlam veremeyip inişin de cazibesine kapılarak hiç durmadan topukluyorum.

Eğim o kadar sert ki, fren yapmaktan omuzlarım ağrımaya başlıyor. Uzunca bir inişin ardından karanlık bir vadiye girip, iki yanı dik tepelerle çevrili daracık bir yoldan ilerlemeye başlıyorum. Yola çıktığımdan beri güneş altında tırmandığım için havanın soğukluğunu fark etmemiştim ama iniş boyunca sıkı bir rüzgar yiyip üzerine gölgede kalan vadide sürmeye başlayınca montumu da giymiş olmama rağmen soğuktan içim titriyor. Öyle ki; gölge boyunca hızlanıp bulabildiğim her güneş kırıntısında yavaşlıyorum. Ama yine de ısınmama yetmiyor. Anlaşılan bu vadiden çıkana kadar üşümeye devam.

Az önceki inişte baya irtifa kaybedip neredeyse sabah başladığım yüksekliğe döndüm. Anlaşılan tırmanma bitti diye erken sevindim ve yeniden tırmanmam gerekecek. Zaten yol düzmüş gibi görünmesine rağmen Garmin’den kontrol edince aslında 2-3 derecelik bir yokuş tırmanmakta olduğumu fark ediyorum. Vadinin etrafı göstermeyen yapısı eğim algımı o kadar bozuyor ki; tırmanmama rağmen sanki inişteymiş hissi verip neden bir türlü gidemiyorum duygusuna kapılmama sebep oluyor.

Sineye çekip sabırla pedallamaya başlıyorum. Yolun kenarından akmakta olan nehire odaklanınca bu soğuk ve zorlu yol daha bir çekilir hale geliyor. Ve yaklaşık yarım saat sonra Sarıcan köyünün hemen girişinde yine küçük bir çay evi bulup mola veriyorum.

Benden başka sadece iki kamyon şöförü var, kahvaltı ediyorlar. Çayevinin sahibi genç çocuğun adı Okan. Temiz suratlı ve canayakın görünüyor. Çay söyleyip boşta kalan diğer iki masadan birisine oturuyorum.

Çayımı getirince tabi laf lafı açıyor; “Nereden geliyorsun: Iğdır Dilucu… Nereye gidiyorsun: Çanakkale Baba Burnu… Hadi canım: Valla billa…” Derken kamyon şöförleri de dahil oluyorlar. Bir iki dakika sonra da sivil bir astsubay gelip katılınca artık sohbet iyice koyulaşıp kısa bir süre sonra da her zamanki rutinine giriyor. Önce endişe kaynaklı tipik sorular birbirini kovalıyor; “Yalnız korkmuyor musun? Teker patlayınca ne yapıyorsun? Akşamları nerede kalıyorsun?”, ardından da ertelenmiş gezme hayalleri teker teker dökülmeye başlıyor…


“RAMPADAN AŞŞAAAA HORASAN”

Buz gibi havadan sonra sıcacık çay harika geldi ve hiç kalkasım yok ama daha beni bekleyen çok uzun bir yol olduğu için kendimi zorlayıp yol ahbaplarımla vedalaştıktan sonra yeniden pedallamaya başlıyorum. Öğrendiğime göre hemen ilerimde 2.200 rakımdaki Saç Dağı Geçidi öncesi yine zorlu bir rampa var. Ama “Sonrası” dediler, “Horasan’a kadar yokuş aşağı, sal gitsin…”

Rampadan önce Aydıntepe köyünden ve 4. Jandarma Kontrol Noktasından geçiyorum. Bu sefer beni durdurup kimlik bilgilerimle bilgisayardan sorgulama yapıyorlar. Tabi ki bir şey çıkmıyor, yola devam.

Yine metanetle tırmanıp zirvede bir fotoğraf molası veriyorum. Aşağısı yine farklı görünüyor. Iğdır ovasından Doğubeyazıt-Ağrı platosuna çıkmamla birlikte hem coğrafya, hem bitki örtüsü değişmişti. Kısacası iki ayrı dünya gibiydi. Öyle ki 150-200 km mesafede sıcaklık farkı neredeyse 15 dereceydi. Ve sanırım bu zirveyi aşıp, Erzurum-Erzincan düzlüğüne inmemle birlikte yine farklı bir dünyaya geçiş yapacağım.

Öğrenmek için sabırsızlandığımdan, hemen Karayel’e atlayıp, dedikleri gibi yokuş aşağı Horasan’a doğru salıveriyorum vefakar yol arkadaşımı…

Bu gerçekten harika bir şey. Tırmanış boyunca çektiklerinin tam bir geri ödemesi. Hava da artık ısınmaya başladığı için daha da bir güzel oluyor. O keyifle Horasan’a doğru akarken etraftaki acayip ama çok güzel coğrafi şekilleri görünce az önceki öngörümde haklı olduğumu anlıyorum; evet geçidi aşmamızla birlikte yine yeni bir dünyaya düştük… Bu zirvelere neden “Geçit” dendiğini şimdi çok daha iyi anlamaya başlıyorum.

Saat 11:00 gibi 60 kilometre yol ve 800 metre irtifanın ardından Horasan merkezde hem görünüşüyle hem de yaydığı kokularla açlıktan büzüşmüş midem için çok şey vaat eden “Edo Döner”in önüne park ediyorum.

Ondan sonraki bir saati nasıl tarif edebilirim bilmiyorum. O açlığın üzerine o muhteşem dönerin geldiğini hayal edin. Bir de üstüne lokantadaki canayakın garson gençlerin meraklı ve heyecanlı sohbetini koyun… Üzerine ikram çay, tatlı, vs, vs…


“BOŞ İŞLER”

Tabi ki yeniden yola çıkmak hiç de kolay değil. O ağırlıkla ve isteksizce giderken arka lastiğin patlaması da tuz biber oluyor. Sabahki soğuğun aksine acayip bir de sıcak var. Garmin’in termometresi 38 dereceyi gösteriyor ve yolun kenarında gölgesine sığınacak bir ağaç bile yok..

Oflaya puflaya lastiği değiştirirken bir yandan da akşam hedefe yetişemeyeceğim diye kaygılanıyorum. İlk plana göre bugünkü hedefim Erzurum’du ama, dün fazla yol kat ederek elde ettiğim avantajı korumak istiyorsam bu akşam Erzurum’un 50 km ilerisindeki Aşkale’ye varmam gerekiyor. Ve dolayısıyla şu anda kaybettiğim her dakika önemli…

Yeniden yola düştüğümde tam anlamıyla öğlen sıcağı altındayım. Platoda yol engebesiz ama düzlüklerde genellikle olduğu gibi yine rüzgar yemeye başlıyorum ki bütün sürüş zevkimi kaçırıyor.

Bu sıkıntıdan biraz olsun kurtulurum umuduyla Pasinler’de bir benzincide mola verip kendime buz gibi bir kola ısmarlıyorum. Marketin önünde bir yandan yoldan geçen arabaları seyredip bir yandan da kolamı içerken önce market sahibi ardından da bir kamyon şöförü gelip Karayel’i incelemeye başlıyorlar.

Sonra tabi ki sohbet koyulaşıyor. Derken babacan görünüşlü market sahibi bana dönüp; “Yazıktır sana, yapacak başka işin gücün yok mu?” deyince muzurluğum tutuyor ve market sahibi ile aramızda şöyle bir diyalog geçiyor;
“Peki sen burada ne yapıyorsun?”
“Çalışıyorum.”
“Neden?”
“Ekmek Parası”
“Market senin değil mi?”
“Evet benim.”
“O zaman ekmek parası değil, daha fazlası… Naapıyorsun buradan kazandığın parayla?”
“Yatırım yapıyorum, ev alıyorum.”
“İyi de sen bir gün ölmeyecek misin?”
“…”
“Ne olacak o zaman o evler? Yanında götürebilecek misin?”
“…”
Kamyoncu da, market sahibi de lafı nereye getireceğim diye merakla beklerken;
“Bak gördün mü, ikimiz de boş işlerle uğraşıyor muşuz işte!” deyince
“Haklısın valla.” deyip ikisi de kahkahayı patlatıyorlar…


“YANMIŞSIN, SAĞA ÇEK”

Bu çok iyi geldi… Bütün sıkıntım geçip tekrar yola dönüyorum ve Horasan’dan bu yana üç saatte kat ettiğim 80 kilometrelik yolun ardından saat 16:00’ya doğru Erzurum öncesi son engel olan Nenehatun rampasına varıyorum. Varıyorum ama hem sıcaktan hem de rüzgara karşı pedallamaktan aşırı bitkin vaziyetteyim.

Nenehatun rampası 350 metre irtifalı bir rampa ama kısa olduğu için eğim oldukça yüksek. Üstelik yorgunum ve sıcak da hala geçmiş değil. Gerçekten zorlanıyorum. O kadar ki rampa sonrası iniş için bile gidecek halim kalmıyor.

Erzurum’un girişinde bir trafik kontrol noktasında polis beni çevirip sağa yanaşmamı işaret ediyor. Sonra söyledikleri ise tam eğlencelik; “Bu ne kadar yanmışsın? Dosdoğru doktora!”. Daha önce çok çevrildim ama, güneş yanığı sebebiyle ilk kez oluyor… Gerçekten de polisin uyarmasıyla ne hale geldiğimin farkına varıyorum. Kollarım ve bacaklarım artık kırmızıyı geçmiş mora doğru yol almaya başlamışlar…

Düşe kalka kalan on kilometreyi de alıp “Erzurum Bisiklet Dünyası”na vardığımda saat artık neredeyse 17:00. Bir an önce eksiklerimi tamamlayıp hareket etmezsem, hava kararmadan Aşkale’ye varamayacağım. O yüzden elimi çabuk tutmaya çalışıyorum ama bisikletçideki çocuklarla sohbet de o kadar tatlı ki. Hele delifişek bir Ömer var, Erzurum’a yolunuz düşerse mutlaka gidip onu bulun…

Neyse ki burada iç lastik var. İki tane alıp Aşkale’ye doğru yola çıkıyorum. Dediklerine göre asfalt güzel. Ama eğim yukarı doğru. O yorgun argın vaziyette 50 km boyunca bir iki derece eğimle de olsa yukarı doğru gitmek gerçekten de hiç eğlenceli değil. Ama önceki gün kazandığım yol avantajını korumak için canımı dişime takıyor, hava karardıktan hemen sonra Aşkale’ye varıyorum.

Bugün de 200 kilometrenin üzerinde yol yapabildiğimiz için çok sevinçliyim. Üstelik de tamamen piyangodan çıkan bu cehennem sıcağına rağmen. Hava durumu çalışırken hiç hesapta yoktu. Sanırım önümüzdeki günlerde beni baya bir zorlayacak…

Yol kenarında “Aşkale Otel” yazısını görünce hemen giriyorum. O kadar yorgunum ki hiç otel arayacak halim yok. Hemen işlemleri halledip odama geçiyorum. Otel apartmandan bozma. Odam da geceliği 40
için hiç fena değil. Temiz, üstelik sıcak su da var. Ortak alanda ise bir kaç kişi oturmuş televizyon izliyor. Sanki burada yoldan geçenler değil de, kalacak yeri olmayan mülteciler vs kalıyor gibi…

Yine her akşamki rutinimi tekrarlamak üzere önce markete sonra lokantaya gidiyorum. Orada burada bir kaç kişiyle sohbet ettikten sonra da odaya dönüp doğru yatağa. Zira ertesi gün turun en zorlu günlerinden birisi olacak çünkü yolculuk boyunca geçeceğimiz en büyük rampayı aşmaya çalışacağız…


4.GÜN / Erzurum Aşkale-Erzincan Refahiye / 205km yol, 2.000mt irtifa

Sabah 05:00’te uyandığımda biraz gerginim. Bugün aşmamız gereken Sakaltutan rampası beni biraz korkutuyor. 1.100 metreye yakın irtifası bir yana beni geren diğer bir husus da öğleden sonraya kalıyor olması. O yüzden sabah mümkün olduğunca vakit kaybetmeden hızlı bir sürüş yapıp, rampanın hemen öncesindeki Erzincan’a elimden geldiğince çabuk varmak istiyorum.

Üstelik Erzincan’a kadar olan 130 kilometre yolun Tercan’a kadar olan ilk 60 kilometresinde de yine ciddi bir rampa aşmamız gerekiyor. Eğer öğlen en geç 13:00-14:00 gibi Erzincan’a varabilirsem en azından öğlen sıcağının en yoğun olduğu bir iki saat boyunca dinlenip büyük rampa öncesi biraz güç toplamayı umut ediyorum.

Sonraki hedefim ise 16:00 gibi yola çıkıp 40 kilometrelik namlı rampayı 3-4 saatte tırmanarak kalan yokuş aşağı 20 kilometreyi de gerekirse karanlıkta gitmek. Ancak bu şekilde olabilir, aksi takdirde akşam Erzincan’da kalmam ve 10 gün hedefime erkenden veda etmem gerekecek.

Bu arada kollarım ve bacaklarım da fena halde yanıyor. Neyse ki yanıma güneş kremi almıştım. Biraz geç oldu ama yine de kollarımı ve bacaklarımı bolca kremliyorum. Şu anda hiç de risk alacak durumda değiliz.

Hızlıca hazırlanıp 06:00’da henüz daha hava ağarmadan yola çıkıyorum. Yine buz gibi bir soğuk var. İlk rampamız beni pek bekletmeden önümüzde beliriveriyor. Eğim gerçekten yüksek ve daha hiç ısınamadan direk yokuşa vurduğumuz için biraz zorlanıyorum.

Neyse ki çok büyük bir sıkıntı yaşamadan yaklaşık bir saat sonra 2.060 rakımlı Tepebaşı Geçidi’ne ulaşıyoruz… Bundan sonrası düz ve yokuş aşağı. Ama hava hala çok soğuk. Karayel’i zirveden aşağı doğru salmamla birlikte ayak parmaklarım da hafiften donmaya başlıyor.

Bu da yetmezmiş gibi karşıdan esmeye başlayan rüzgar hem yavaşlamama hem de daha çok üşümeme neden oluyor. Sıkıntılı ve zorlu bir inişin ardından saat 08:15 gibi Aşkale’nin 40 kilometre ilerisindeki Tercan’da kahvaltı molası veriyorum. Öğlen yemeğini Erzincan’a bıraktığım için bugün değişiklik yapıp yakıtımı erkenden almam gerekiyor. önümdeki 3-4 saatte neredeyse hiç durmadan pedal basıp 100 kilometre yol almam gerek ve bunun için gerçekten yakıta ihtiyacım var.

Şansıma yolun kenarında dumanı tüten bir çay ocağı buluyorum. Üstelik tezgahında da yeni çıkmış poaçalar, simitler, açmalar, vs… Hiç vakit kaybetmeden ciddi sayıda poaça ve simiti mideye indiriyorum. Ve saat 08:30 olduğunda tekrar yoldayım.

Bundan sonrası ise başlangıçta tam bir kabusa dönüyor. Bu kadar yemekle yola çıkmaya alışık olmadığımdan önce midenin gasp ettiği kandan mahrum kalan kaslarım şişiyor, ardından da uykum geliyor. Ve hayatımda ilk defa neredeyse bisiklet üstünde uyuyorum…


“DÖNERLERİN EFENDİSİ”

Bir süre sonra her şey normale dönse de karşıdan esen rüzgar ve gittikçe artan sıcaklık yüzünden zorlu anlar yaşamaya başlıyorum. Vaktim olsa sorun değil ama öğlen sıcağına kalmadan Erzincan’da olma zorunluluğu her şeyi değiştiriyor.

Bir kez daha canımı dişime takarak elimden geldiği kadar hızlı gitmeye çalışıyorum. manzara gerçekten çok güzel. Arazideki sapsarı ekinler ile gökyüzünün mavisi o kadar güzel bir kontrast oluşturuyor ki, insan bakmaya doyamıyor… Sonunda çabalarım meyvesini veriyor ve saat 13:00 gibi Erzincan’a ulaşıyorum… Her zaman söylüyorum; vazgeçmedikçe imkansız şeyler bile gerçekleşebiliyor…

Biraz para çekerken yandaki atm’de işlem yapanlardan lokanta tavsiyesi istiyorum; sıradakiler “Konak Mazlum”u önerip tarif ediyorlar. Gayet lüks bir yer, o yüzden o kılık kıyafetimle biraz utanıyorum ama sağolsun çalışanlar ruh halimi anlayıp beni rahatlatmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Dışarıdaki cehennem sıcağının ardından içerideki klima serinliği harika geliyor. Üzerine bir de tuvalete gidip içimdeki pedli taytımı çıkarınca sanki cennete düşmüş gibi oluyorum.

O halde o muhteşem döneri yerken yine mutluluktan uçmaya başlıyorum. Şaka maka böyle giderse “Dönerlerin Efendisi” olup çıkacağım. Ama hepsinin adı döner olmasına rağmen hepsi de ayrı ayrı güzel.

Diğer yandan aklım da hep saatin tiktaklarında. Önümde beni bekleyen devasa bir rampa var… Sayılı saatler tabi ki çok çabuk geçiyor ve ben biraz tırstığımdan saat 16:00’yı beklemeyip 15:00’te tekrar yola koyuluyorum.


“RAMPALARIN ŞAHI”

400 metre irtifa yapacağımız ilk 30 kilometre nispeten düşük eğimli ama yine de çok uzun ve zorlu. Git git bitmiyor. Üstelik çok dua ettiğim rüzgar da arkamda olacağına yine karşımda. Oflaya puflaya saat 16:30 gibi peşrevi bitirip 10 kilometre sürecek ve 700 metre irtifa yapacağımız ana rampaya varıyorum. Artık havanın kararmasına çok az kaldı ve bir aksilik çıkmadan bu yokuşu da halletmem gerekiyor.

Gerekiyor ama o kadar dik, korkunç ve uzun görünüyor ki anlatamam. Ama artık geri dönüş yok. Kendimi yukarıya varmış ve zafer hareketi yapıyorken hayal ederek motive edip pedallara asılıyorum.

Kaplumbağa hızı ile hareket ettiğim ve burnumun ucundan şıpır terlerin damladığı o anlar boyunca her şey yavaşlıyor, saniyeler bile saatler gibi geçmeye başlıyor. Bir pedal, bir daha, bir daha derken yavaş yavaş da olsa ilerliyorum. Hayatımın en zorlu anlarından biri olsa gerek…

Önce ilk 100 metre irtifayı geçiyorum ardından ikinci 100 metrenin sonunda artık dayanamayıp bir mola veriyorum. Daha şimdiden canım çıkmış durumda. Üstelik lanet sıcak da hala geçmiş değil. Mataramdaki elektrolitli suları alıp başıma dikiyorum ama bildiğin kaynar su, hiç bir işe yaramıyorlar…

Üçüncü 100 metrenin sonunda, yani rampanın ortasındaki benzinciyi görünce dünyalar benim oluyor. Hemen buz gibi su alıp, kana kana içiyorum. Bu arada benzinci, rampa yüzünden su kaynatıp yolda kalmış araçlarla dolu.

Saat artık 18:00’e doğru gittiği için yeniden gücümü toplayıp vakit kaybetmeden tekrar yola çıkıyorum. Şu an düşünüp hatırlamaya çalıştığımda kalan 300 metre irtifa boyunca neler yaşadığıma dair aklıma hiç bir şey gelmiyor. Tek hatırladığım yolun kenarında kalmış kaputu açık otomobiller…

Ve 18:00’de ulaştığım 2.160 metre irtifadaki Sakaltutan zirvesine varışım tam anlamıyla muhteşem oluyor. Keşke her zaman kendimi böyle güçlü ve gururlu hissedebilsem. O anda her şeyi yapabilirmişim hissine kapılıyorum ki; bence bir insanın yaşayabileceği en güzel duygulardan birisi bu…


“VE BİR HAYAL DAHA GERÇEK OLUYOR”

Terden sırılsıklam olduğum için bir süre bekliyorum. Ortalığın kararmaya başlaması ile birlikte serinleyen havada bu şekilde inişe geçersem hasta olmam işten bile değil. Keyifle bir ardımda uzanan Erzincan’a bir de önümde beni bekleyen İç Anadolu topraklarına bakıyorum. Şaka maka bu geçit ve önümdeki Kızıldağ’ı aşmamla birlikte artık Doğu Anadolu Bölgesi’nden çıkıp İç Anadolu Bölgesi’nde pedal çeviriyor olmaya başlayacağız. Kısacası çocukluğumun ders kitaplarında harita üzerindeki çizgilerden ibaret olan coğrafi bölgeler artık hayatımda başka bir yer kazanmaya başlıyor…

Bu düşüncelerle keyiflenmişken artık montumu giyip inişe geçiyorum. Başlarda fena değil ama bizim gıcık rüzgar yine sahne alıp canımı sıkmaya başlıyor. Gerçi ne kadar canımı sıkabilir ki; az önce Sakaltutan geçidini aşmışım, fırtına çıksa kaç yazar!!!

Saat 19:15 gibi yani yaklaşık hava karardıktan yarım saat sonra Refahiye’ye varıyorum. Sanki bütün yorgunluğum uçup gitti. Çünkü şaka bir yana bilinçaltımda bu geçit büyük bir bariyer, hatta turu tamamlayabileceğime dair kendime koyduğum bir hedefti aslında. Şu anda onu geçtiğim için artık önümde psikolojik bir engel de kalmamış gibi hissediyorum.

Bu arada süper bir şey oluyor, Refahiye’de otobüs firması Esadaş’ın son derece güzel dinlenme tesislerine rast geliyorum. Oteli harika, marketi nefis, lokantasını ise artık siz hayal edin. Bildiğin piyango. Yok, yok Sakaltutan’ı aşmanın ödülü olsa gerek…

Çocukluğumdaki yolculuklarım sırasında hep böyle bir yerde bir gece geçirmenin hayalini kurardım. İşte şu an o hayalin gerçekleşme zamanı… Oda gerçekten de çok güzel. Son bir kaç gündür genelde mültecilerle paylaştığım o köhne yerlerden sonra baya büyük bir lüks. Hemen güzel bir duş alıp doğru tezgahında envai çeşit mis gibi sulu yemekler, pilavlar, makarnalar, tatlılar vs vs olan lokantaya geçiyorum. Garsonun şaşkın bakışları altında hepsi az porsiyon olmak üzere tam sekiz tabak yemek söylüyorum. Gözüm o kadar dönmüş ki, hiç birisini tadına bakmadan bırakamayacağım.

Evet, daha bir kaç saat önce yaşadığım hayatımın en zorlu anlarının bir anda yine aynı hayatın en güzel anlarına dönüşmesi ne müthiş değil mi? Ne diyeyim; uğraşıp çabalayınca güzellikler de kendiliğinden geliveriyor. Büyülüsün hayat…

Sekiz kap yemeğin üzerine tatlıyı da gömünce artık hareket edemez hale geliyorum. Ama aynı şey zihnim için geçerli değil. O fırıl fırıl çalışıp, önümüzdeki günler için planlar yapıyor. Üçüncü 200 kilometrenin ve bunca irtifanın ardından artık onun aklı da 10 günlük hedefimizi tutturabileceğimizi kesmeye başladı sanırım…

Şişmiş göbeğimi kucaklıyorum; “Erzincan’dan gelip, istanbul istikametine seyretmekte olan sayın Esadaş Turizm yolcuları, mola süreniz sona ermiştir, otobüsteki yerleriniz almanız önemle rica olunur…” sesleri arasında odamıza geçiyor ve yine deliksiz bir uyku çekmek üzere yatağımıza zor düşüyoruz…


5.GÜN / Erzincan Refahiye-Sivas / 201km yol, 1.700mt irtifa

Günlerdir ilk defa oldukça keyifli uyanıyorum. Karnım tok, sırtım pek, kendime güvenim tavan yapmış. Bugün turun ikinci en büyük rampası Kızıldağ’a tırmanacak olmam bile keyfimi kaçırmaya yetmiyor. E ne de olsa Sakaltutan rampasını çıkmış adamım ben…

Dinlenme tesislerinde kalıyor olmanın verdiği rahatlıkla sabaha bıraktığım günlük yol alışverişimi yapıp 06:30 gibi Kızıldağ’ı da “Fethedilmiş Rampalar Envanteri”me eklemek üzere yola koyuluyorum.

Yalnız o kadar soğuk ki, montumu da giymiş olmama rağmen dişlerim takırdamaya başlıyor. Önceden Erzincan-Sivas-Yozgat soğukları ile ilgili çok şey işitmiş olmama rağmen birinci elden deneyimlemek bugünlere kısmetmiş demek ki.

Kaymak asfaltta hafif aşağı eğimle güzel bir gidiş tutturuyorum ama hafif de olsa karşımdan esen buz gibi rüzgar sanki kulaklarımı kesiyor. Güneş olmasına rağmen havanın, üstelik de bu mevsimde bu kadar soğuk olmasına bir türlü anlam veremiyorum.

Yol yine bir vadi içerisinden kıvrıla kıvrıla devam ediyor. Yaklaşık 15 kilometre bu yolu takip ettikten sonra artık İstanbul-Ankara sapağına geliyorum. Sağdan devam eden yol kuzey rotasını takip ederek Suşehri üzerinden İstanbul’a, soldan devam eden yol ise İmranlı üzerinden Ankara’ya devam ediyor.

Kavşakta kısa bir mola verdikten sonra sola sapıp 40 kilometre ilerideki İmranlı’ya doğru sürmeye başlıyorum. Yaklaşık 20 kilometre sonra Kızıldağ’ın zirvesine varmış olacağım, oradan İmranlı’ya kadar da iniş zaten. “Öğlene kadar Kızıldağ’ı aşıp İmranlı’ya varırsam, öğleden sonra da Sivas’a kadar düz olan 120 kilometrelik yolu bir şekilde alırım nasıl olsa.” diye düşündüğümden biraz ağırdan alıyorum.

Ve tabi ki hata yapıyorum…


“AŞIRI GÜVENİN BEDELİ”

Her neyse, yol ağır geçen kış şartlarından olsa gerek soğuk asfalt. Yalnız daha yeni yapılmış ve mıcırlar henüz yola yapışmamış. Üstelik özel bir sebepten olsa gerek bugüne kadar hiç görmediğim şekilde büyükler.

Haliyle sürüşte çok zorlanıyoruz. Daha da önemlisi Karayel’e bir şey olmasından iyice endişelenmeye başlıyorum. Zorlaya zorlaya bir on kilometre daha gidip tam rampanın başına geliyoruz ki, yanımızdan hızla geçen iki ayrı aracın tekerlerinden seken iki kocaman mıcır ardı ardına kaskımda patlayınca durup bir düşünmeye karar veriyorum. Bu şartlar altında devam etmek gerçekten riskli olacak.

Kenara çekip, hava da artık nispeten ısındığı için montumu çıkarıyorum. Tam katlayıp bagaj çantamın üstüne yerleştireceğim ki ne göreyim! Çanta yerinde yok…

Bir anda başımdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Çömelip düşünmeye, hafızamı zorlamaya başlıyorum. Acaba yolda mı düştü? Ama hayır yolda düşecek bir çanta değil ki. “Olsa olsa sabah yerleştirmemiş olabilirim.” diye kendi kendime söylenirken jetonum düşüyor ve bu sabahki o keyfin ve aşırı kendine güvenin bana nasıl da pahalıya patladığını fark ediveriyorum. Hey güzel Allahım, sopan yok ki vurasın…

Yapacak hiç bir şey yok. Gerisin geriye gidip çantamı bulmak zorundayım.

Bir yandan “Bak gördün mü, her şey bir anda nasıl da değişiveriyor! Sabah gündüz düşleri kuruyordun, şimdi karanlık basmadan Sivas’a varabilirsen şanslısın!İnşallah 10 gün hedefin bu salaklığın yüzünden güme gitmez.” diyerek kendimi azarlarken, bir yandan da Karayel’i gerisin geri çevirip az önce gelebilmek için bir taraflarımızı yırttığımız o berbat yoldan dönmek için yola koyuluyorum. O kadar sinirliyim ki anlatamam…

O on kilometrelik berbat yol bir türlü bitmek bilmiyor ama neyse ki sonunda kavşağa ve sonrasındaki düzgün asfalta ulaşıyorum. Yaklaşık yarım saat sonra da yeniden Esadaş tesislerindeyim.

Kısa bir araştırmanın ardından çantamız ortaya çıkıyor. Sabah tesisin hemen dışında son hazırlıklarımı yaptığım yerde unutmuşum, orada bulan bir temizlik görevlisi de götürüp müdüriyete teslim etmiş. Gerçi içinde çok kıymetli bir şey yoktu ama benimle birlikte dünyanın dört bir yanında binlerce kilometre yapmış o çantanın kendisi bile benim için o kadar kıymetli ki, onu arkada bırakıp gitmek gibi bir şey söz konusu bile olamazdı zaten.


“SEN BURALARI BİR DE KIŞIN GÖR! YOK YOK, GÖRME”

Her neyse, krizi atlatmamızla birlikte kafam yeniden çalışmaya başlıyor. Üç kilometre ilerideki Refahiye’den bir araba tutup en azından geri döndüğümüz yere kadar onunla gitmeye karar veriyorum. Nasıl olsa o yolu yaptık, dolayısıyla herhangi bir kandırmaca vs söz konusu olmayacak. Biz sadece kaybettiğimiz iki üç saatle kalacak, hatta muhtemelen bunu telafi etmek için bütün öğlen boyunca o berbat cehennem sıcağında sürüş yapmak zorunda kalacağız.

Yağma yok. Akılsız başın cezasını ayaklar çekermiş, bizimki de o hesap. Sızlanmayı kesip Refahiye’ye yollanıyorum. Taksici Murat’la tanışmam ve ahbap olmamız da bu vesile ile oluyor. Ne demişler; her işte bir hayır varmış!

Murat benim yaşlarımda. Hem konuşkan hem de kafa. Feleğin sillesini bir kaç kere yemiş. Uzun yol şöförlüğü yapmış otobüslerde yıllarca. Bir ara İstanbul’a da gelmiş. “Ama sevemedim bir türlü sizin oraları.” diyor. “Sonunda yine kalktım, baba yurduna döndüm.” diye de ekliyor.

Sohbet ede ede gidiyoruz Erzincan ile Sivas arasında yine değişmeye başlayan coğrafya ve ondan mukim bitki örtüsünün arasında. Etraf daha bir yeşillendi sanki. Ama yanlış anlamayın büyük orman ağaçları değil de bodur insan eli değmiş ağaçlar sanki bunlar…

Bir vadiden geçerken Murat burada çığ altında kalan bir otobüs dolusu İran’lının nasıl öldüğünü anlatıyor ve ekliyor; “Sen buraları kışın göreceksin… Hoş, görmek istemezsin zaten…”

Sonunda, kaldığım yerde beni bırakıyor Murat. Yolu yeni yaptılar, az ileride düzelir, meraklanma diye de ekliyor.

Çantam yerinde mi diye iki kere kontrol edip rampaya vuruyorum. Daha zorlu bir tırmanış bekliyordum ama Sakaltutan’dan sonra standartlarım değişti sanırım, çok geçmeden Kızıldağ rampası da diğerleri gibi envanterimizdeki yerini alıyor.

Zirveden aşağı sallanmam ile İmranlıya ulaşmamın arası çok sürmüyor. Ama saat 12:00 olmuş ve ben gele gele sadece 70 kilometre yol geldim. Nereden bakarsan bak geciktim.


“CEHENNEM SICAKLARI SAHNE ALIYOR”

Hızla bir lokanta bulup karnımı doyuruyorum. Bu arada yemek yerken dudaklarım acımaya başlayınca fark ediyorum ki onlar da ayazdan çatlayıp patlamaya başlamışlar. Yemeğin üstüne eczaneye uğrayıp bir dudak kremi alıyorum. Ardından da hiç vakit kaybetmeden marketten yol alışverişi…

Normalde durup biraz sıcağın geçmesini bekleyecektim ama artık böyle bir şansım kalmadı, o yüzden hiç beklemeden tekrar yola çıkıyorum.

İmranlı sonrası yol çok güzel küçük bir gölün kenarından hafif iniş ve çıkışlarla ilerliyor. Soğuk asfalt olsa da iyice oturmuş ve o kadar zorlayıcı değil. Rüzgardan da pek şikayetçi değilim ama korktuğum başıma geliyor ve sıcak canıma okumaya başlıyor. O anda soyunup o göle atlamamak için kendimi zor tutuyorum.

Zara’ya kadar olan o 40 kilometreyi nasıl gittiğimi bir ben bir de Allah biliyor. Zara çıkışındaki benzincide mola verdiğimde ayakta zor duruyorum. Sanırım güneş çarptı. Şansıma benzincinin önüne bir tane parayla çalışan masaj koltuğu koymuşlar; dua etsem bu kadar olurdu yani.

İçine yuvarlanıp cebimden zar zor çıkardığım bir lirayı yuvasına atınca beni bir güzel çitilemeye başlıyor. Allahım bu nasıl bir mutluluk… İyi de bitince beni oradan kim kaldıracak?!

Tahmin ettiğim gibi, üç dakika sonra koltuk masaj yapmayı kestiğinde parmağımı bile oynatamıyorum. Neyse ki gelip geçen yok. Orada, o benzincinin önünde, o koltuğun içinde neredeyse nefes bile almadan kim bilir ne kadar zaman geçiriyorum. Sanırım bu halimi ömrümün sonuna kadar unutmayacağım.

Derken bir minibüs benzincide durup içinden bir sürü insan inince utanıp koltuktan kalkıyorum. Gençten bir iki kişinin ilgisini çekmiş olmalıyım ki, gelip benimle konuşuyorlar. Ben de sorularına cevap veriyorum ama sanki rüyada gibiyim, ne söylediğimin farkında bile değilim…

Şaka bir yana gerçekten güneş çarpmış olmalı ki ancak yarım saat sonra kendime gelebiliyorum. Tuvalette başımı suyun altına sokup iyice kendime geldikten sonra 30 kilometre ilerideki Hafik’e doğru tekrar yola koyuluyorum. Eğer oraya varabilirsem ondan sonra Sivas’a 40 kilometre bir yolum kalacak. Hava da artık serinlemeye yüz tutacağı için Hafik’i tutarsam herhalde bir şekilde Sivas’a da varırım diye düşünüyorum.


“SANDALYE FOBİSİ”

Düşünüyorum ama ne bir türlü Hafik’e ulaşabiliyorum ne de sıcak azalıyor. Yol da tekrar inişli çıkışlı olmaya başlayınca işler iyice sarpa sarıyor. Zor bela Hafik’e varıp bir mola da orada veriyorum. Bu sefer güneş çarpması yok ama daha da kötüsünün olmaya başladığını fark ediyorum. Apış aram pişik yapmış olmalı ki hem yanıyor hem de son derece acıyor. İşte bu gerçekten kötü bir haber…

Tekrar yola çıkıyorum ve tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de yanağımdan arı sokuyor. Neyse ki ağzım açık değildi. Maazallah içeriden boğazımı sokup şişirse nefessiz kalma tehlikesi bile var. Yine de çok acı veriyor. Üstelik kaşınıyor da…

Evet bugün gerçekten de şanslı günüm!!!

Artık her 10 kilometrede bir mola vermeye başlıyorum. Yorgunluk vs neyse de, popodaki sancı dayanılacak gibi değil. İlerleyen günlerde “Sandalye Fobisi”ne yol açacak cinsten. Neredeyse ağlayacağım, o derece…

Sızlana sızlana sonunda hava karardığında Sivas girişindeki rampaya ulaşıyorum. Bu da artık günün son hediyesi. Bu on kilometre nasıl bitecek hiç bir fikrim yok. Hem zihnen, hem de bedenen bitmiş durumdayım. Yani bir şeyler olup kendimi bir anda Sivas’ta bulmak için neler vermezdim. O anda o rampa gözümde o kadar büyüyor ki anlatamam.

Ama yapacak bir şey yok. Gücümün kalmamasına ve mabadımdaki yangına rağmen yokuşa doğru pedallamaya başlıyorum. Bu kadar yaklaşmışken burada durmanın hiçbir alemi yok. Gerekirse Karayeli elimde ittire ittire bu rampayı çıkmaya karar veriyorum. Ve bu kararlılıkla birlikte sanki işler kolaylaşıyor. Daha nasıl olduğunu anlayamadan kendimi yokuşun tepesinde buluveriyorum.

Popom sızlaya sızlaya şehir merkezinde gezinirken Ulu Cami civarındaki “Behrampaşa Oteli”nin görünüşü çok hoşuma gidiyor. Sonradan öğreniyorum ki eski bir çarşıdan bozmaymış. Ama gerçekten çok güzel restore etmişler. Kendimi tutamayıp girince görüyorum ki içerisi de muhteşem. Üstelik fiyatlar da uygun. Hemen bir oda tutup kapanmadan bir eczane bulurum umuduyla dışarı çıkıyorum. Bu yangına bir çare bulamazsam işim çok zor…


Maalesef açık bir eczane bulamıyorum ama ertesi sabahın alışverişini yapmak için girdiğim marketin bebek bezleri bölümünde bulduğum pişik kremi beni umutlandırıyor.

Akşam yemeğini de çabucak yediğim bir Sivas köftesi ile geçiştirip doğruca odama yollanıyor ve hayatımda ilk defa popoma sürdüğüm pişik kremi yüzünden kıçım açıkta yatıyorum… Ne rüyalar görüyorum, artık siz tahmin edin…


6.GÜN / Sivas-Yozgat / 232km yol, 2.600mt irtifa

Sabah 04:30’da kalkarken biraz zorlanıyorum. Saatimi erkene kurdum çünkü bugün Yozgat’a varabilmek için almamız gereken 230 kilometreden uzun bir yol var, üstelik engebeleri de oldukça meşhur.

Çabucak hazırlanıp çıkmak istiyorum. Hatta “Acaba havanın aydınlanmasını beklemesem mi?” diye düşünüyorum ama muhtemelen havanın şu anda çok soğuk olduğu fikri beni durduruyor.

Odamın pencereleri kapalı iç avluya baktığından buradan havanın aydınlandığını görmem mümkün değil. “Hem belki içecek bir bardak sıcak bir şey de bulurum.” diye düşünerek vakit kaybetmeden hazırlanıp resepsiyona iniyorum.


“ELLERE ÇORAP”

Hava hala karanlık ama resepsiyonda genç bir çocuk var; Erhan. Çene çalmaya başlıyoruz. Sohbet her zamanki doğrultusunda ilerlerken Erhan’ın heyecanlanması ve ona ilham verdiğimi hissetmek biraz da olsa keyfimi yerine getiriyor.

05:30 gibi hava aydınlanınca Erhan’la vedalaşıp yola çıkıyorum. Çıkıyorum ama 5 dakika bile gitmeden durmam gerekiyor. O kadar soğuk ki. Garmin’e bakıyorum; 4 derece gösteriyor. Daha 15-16 saat önceki güneş çarpmış halimi düşününce bir garip oluyorum.

Bu mevsimde bu kadar soğukla karşılaşacağım hiç aklıma gelmediğinden yanıma uzun ve kalın eldiven almamıştım. Mecburen çantadan çoraplarımı çıkarıp parmaksız eldivenlerimin üzerine geçiriyorum. Ellerim çizgi filmlerdeki bebeklerin ellerine benziyor ama olsun çok iyi geldi…

Ayak parmaklarım da donuyor ama onlara yapabileceğim bir şey yok. Sineye çekip kendimi pedallamaya veriyorum. Canım sıkkın; hem uzun ve engebeli yol gözümde büyüyor hem de popom çok feci sancıyor. Daha yolun yarısına bile gelmeden böylesine önemli bir hasar almak hiç de iyi olmadı. Kalan onca yolu nasıl tamamlayacağım düşünmek bile istemiyorum…

Az biraz gidiyorum ki engebeler başlıyor. Tam da bıktırıcı cinsten; biri bitiyor, azıcık bile dinlenemeden hop öbürü başlıyor. Öyle ine çıka neredeyse hiç durmadan iki saatten fazla yol alıyorum. Tek molayı çişim geldiği için veriyorum ama bankete inip otların arasında işimi görürken bu sefer önceki gün Taksici Murat’ın yaptığı uyarılar aklıma geliyor; “Abi, bu aralar kene işi yine azdı, aman diim dikkatli ol!”. Yarım yamalak işimi bitirip hemen yola geri dönüyorum ve saat 08:00 gibi elli kilometre ötedeki Yıldızeli’nde kahvaltı molası veriyorum.


“TOKİ EVLERİ”

Çarşıda bulduğum pastaneden gelen yeni pişmiş poaça ve simit kokuları biraz da olsa beni kendime getiriyor. Çayla birlikte poaçaları simitleri götürüyorum. Tabi yine Tercan’da yaptığım hatanın aynısını yapmayıp bayılacak kadar yemeden kalkıyorum.

Şansıma pastanenin yanında açık bir de eczane var. Pişik için krem soruyorum. Bepanthene veriyor. Pastanenin tuvaletinde popoma güzel bir sıvama operasyonu çekiyorum; inşallah işe yarar…

Eğer akşama Yozgat’da olacaksam öğlenden önce neredeyse yarı yol olan 80 kilometre ötedeki Akdağmadeni’ne ulaşmam gerekiyor. O yüzden yemeğin üzerine 5 dakikacık da olsa keyif dinlenmesi yapmak için can atan bedenimi zar zor kaldırıp yeniden yola düşüyorum.

İlçenin çıkışındaki Toki evleri dikkatimi çekiyor. Daha doğrusu kafamda bir jeton düşüp yol boyunca neredeyse her ilçede Toki evleri gördüğüm fikri bilinç katına yükseliyor. Bu ilçelerdeki ortalama bina kalitesini düşününce, çok ahım şahım olmasa bile en azından belirli bir standartta yapılmış olan bu Toki Evleri’nin buralarda yaşayanlar için ne büyük bir nimet olduğunu fark etmemek mümkün değil. Büyükşehirlerde oldukça iyi standartlarda yaşayıp hakim iktidarlara verip veriştirirken; “Kim oy veriyor ki bunlara?!” diye düşünenlerin bence bunu bir dikkate alması gerek… Anarşist kişiliğim ve ondan kaynaklı apolitik siyasi tutumum sebebiyle hiç bir siyasi partiye herhangi bir yakınlık duymadığımı özellikle belirtmek isterim ama ne demişler; “Yiğidi öldür, hakkını yeme.”…


“4 DERECEDEN 41 DERECEYE”

Bu düşüncelerle yol alırken, sonunda günün ilk güzel şeyi gerçekleşip rüzgar arkama geçiyor. Buna gerçekten bayılıyorum, umarım uzun sürer…

Rüzgar arkamdan çekilmiyor ama bu sefer yol soğuk asfalta dönüyor. Ve soğuk asfaltta sürmek başlı başına zor olsa da bu aslında daha büyük bir zorluğun habercisi çünkü aslında soğuk asfaltın yapılma sebebi yoğun şekilde kar alan yüksek eğimli yollarda araçların yola tutunabilmesi.

Tahmin ettiğim gibi çok geçmeden zorlu Ekecik rampaları başlıyor. Bu seri rampaların bir diğer zorlu yanı daha var. Tam birisini tırmanıp moral depolayacağım ki, tepede manzara olarak ileride beni bekleyen diğer rampaların neredeyse sonsuza dek uzanan görüntüsü bekliyor.

Bu da yetmezmiş gibi hava yine acayip bir şekilde ısınmaya başlıyor. Garmin’e bakıyorum; “41 derece” gösteriyor! Daha sadece üç dört saat önce bunun onda biriydi, gerçekten inanılmaz… “Hadi oğlum Kartal, en deli hallerini takınma vakti!”…


“GARSON… HER ŞEYDEN AZ PORSİYON!!!”

Yine kendimi bir tür hipnoza sokup ilerlemeye başlıyorum. Öyle ki sanki o anda bisikletin üzerinde oturan ben değilim de kendimi uzaktan film seyredermiş gibi izleyen başka birisiyim.

Öyle böyle ne kadar yol aldığımı hiç bilmiyorum ama sonunda rampalar bitiyor ve hafif yukarı eğimli bir yoldan daracık bir vadinin içerisinde ilerlemeye başlıyorum. hesaplarıma göre Akdağmadeni’ne 10 kilometre civarında bir yolum kalmış olması lazım ama o yol bir türlü bitmiyor. Sanki Einstein’ın İzafiyet Teorisi’nde olduğu gibi zaman farklı bir hızda, beni delirtecek kadar yavaş bir hızda akmaya başlıyor.

Durup üçüncü mataramdaki sade suyu kafamdan aşağıya döküyorum. Baya iyi geliyor. Bu duyguya gerçekten bayılıyorum. Böyle çözümsüz kaldığınız anlarda içgüdü ile öyle bir şey yapıyorsunuz ki bir anda her şey değişiveriyor. Hani tam; “Kul sıkışmayınca hızır yetişmezmiş!” hesabı…

Sonunda 13:00 gibi ilçenin girişindeki dinlenme tesisinde duruyorum. Ve tabi ki şölen başlıyor; “Garson… Her şeyden az porsiyon!”

Garson yemeği hazırlarken tuvalete gidip pedli içliğimi de çıkarınca sanki üzerimden 50 kilo gitti. Abartılı yemeğimin üzerine tesisin önündeki çimenlikte gölge bir köşe bulup yarım saat de olsa uyumaya çekiliyorum. Bu yorgunluğu ve tükenmişliği atlatmanın başka çaresi yok…

Ve yarım saat bile sürmese bile hayatımın en güzel uykularından birisini uyuyorum. O kadar çok rüyayı o kadar kısa zamanda nasıl görebildiğim ise tam bir muamma…

Uyku gerçekten de işe yarıyor. Hala yorgunum ama yine de bir tazelenmişlik hissediyorum. O enerjiyle çabucak toparlanıp 14:45’te tekrar yola çıkıyorum. Eğer sallanmaya gelmeyecek bir gün varsa bugün işte o gün…


“GARİBAN DOMUZ AİLESİ”

Yine rampalar, rampalar. Biri bitiyor, diğeri başlıyor… Tam birisinin tepesinden aşağıya sallanıyorum ki, aşağıda tam yokuşun bittiği yerde toplanmış bir grup çocuk dikkatimi çekiyor.

Yaklaşınca anlıyorum ki yolun iki tarafına dağılmış şişmiş bir vaziyette yatan domuz cesetlerini inceliyorlar. Durup sohbet etmeye başlıyorum. Çok tatlılar. Çocukluğun o büyülü dünyasında sanki hazine bulmuş gibi ballandıra ballandıra bana domuzları anlatıyorlar: “Tam yedi tanelermiş!… Çoluklu çocuklu, herhalde ailelermiş!… Galiba yolun karşısına geçerken kamyon çarpmışmış!”… vs, vs…

Onların enerjisiyle kendimi daha da bir yenilenmiş hissedip tekrar rampalara girişiyorum. Bu sırada yanımdan geçmekte olan motosikletli bir uzun yol sürücüsü el işaretleri ve kornasıyla bana daha da moral veriyor…

Ve öyleydi, böyleydi derken yaklaşık Akdağmadeni’nden ayrıldıktan 40 kilometre sonra rampaları tamamlıyorum. Hatta bir süre sonra soğuk asfalt da sona eriyor ki işte asıl o zaman zorlu kısmı bitirdiğimi anlıyorum… Büyü gibi bir şey bu; imkansız bir işe girişip sadece “Ne olursa olsun devam ediyorsun”, sonra bir de bakıyorsun ki; “Hop, oluvermiş!”…

Kaymak asfalt güzel ama arazi apaçık olduğu için bu sefer rüzgar kötü adam rolünü devralıyor. Kuzeybatı yönünde yaklaşık 25 kilometre ötedeki Sorgun’a doğru sürerken bizim şakacı rüzgar da tam Kuzeybatı yönünden üzerime doğru esiyor. Ve tabi ki o 25 kilometrelik yol bitmek bilmiyor. Yine sabır zamanı…

18:30 gibi Sorgun’a vardığımda artık karanlığa kalışım tescillenmiş bir vaziyette. Trafik ve tehlikeleri yüzünden hava karardıktan sonra sürüş yapmaktan hoşlanmıyorum ama Sorgun’da kalırsam bu sefer de hedefimden uzaklaşmış olacağım. O yüzden bir kereliğine de olsa karanlıkta sürüş yapmama prensibimi gevşetip yola devam etmeye karar veriyorum.

Önümde hala 35 kilometrelik bir yol var ve son on kilometresi de meşhur Yozgat rampası. Farlarımı yakıp yola düşüyorum. Neredeyse iki yüz kilometre yol yaptım ve bugünkü sürüşümü tamamladığımda yolculuğun en iyi günlük skoruna imza atacağım fikri bana yeniden güç veriyor.

Karanlıkta geçen bir saatlik sürüşün ardından Yozgat girişindeki rampaya varıyorum. Şaşılacak bir şey ama sanki karanlıkta rampa çıkmanın verdiği değişiklik hissi ile ne olduğunu bile anlayamadan o dimdik rampayı da aşıp bir anda kendimi Yozgat’ta buluyorum.

Vay canına, geldik işte. İnanamıyorum…


“GARI GISMISI”

Saat 20:30’da Yozgat merkezdeki Yılmaz Otel’e girişimi yapmış vaziyetteyim. Resepsiyonda kaydımı alan çocuğa otelin hemen yanındaki berberin kaçta kapattığını soruyorum. “Abi her an kapatabilir.” diye cevaplayınca eşyaları odaya bırakıp doğru berbere geçiyorum. Bugünkü yolun yorgunluğunu güzel bir sakal tıraşından daha iyi alacak hiç bir şey yoktur herhalde…

Ve aynen düşündüğüm gibi oluyor. Allahım bu ne büyük bir nimet. Berber koltuğunda uyumamak için o kadar çaba harcıyorum ki… Allahtan berberin muhabbeti yardımıma yetişiyor. Tam bir İç Anadolu şivesiyle geleneklerden dert yanıyor bana; “Abi neymiş, garı gısmısı markete gitmezmiş… Niye gitmezmiş?! Bal gibi de gider… Her .oku biz yapıyoz, çalışıyoz didiniyoz, onu da mı biz yabacaaz… Gidiversin… Gendi başına bişeyler yapıversin, kötü mü olur yani?! Şimdi ben bu saatte açık marketi nerden bulecem de gidecem?!”

Valla ne diim, Yozgat’lı kardeşim sen de haklısın…

Berberden çıkarken başka biri olduğuma emin bir haldeyim. Hapisane kaçkını görünüşümden kutulmuş olmanın yanı sıra, sanki bana sihirli bir değnek değmiş, bütün yorgunluğumu vs alıp götürüvermiş gibi hissediyorum. Yolun karşısındaki lokantaya geçip sulu yemekleri de mideye indirdiğimde artık yatakla önümde engel olarak sadece ertesi sabah için yapacağım alışveriş kalıyor. “Berber ile karşılaşacak mıyım acaba?” diye merak ederek onu da halledip doğruca odama yollanıyorum.

Çok şükür, bu zorlu günü de atlattık. Üstelik yarı yolu da geçtik valla… Artık yarın ola, hayrola…


7.GÜN / Yozgat-Ankara / 205km yol, 1.600mt irtifa

04:15’te kalkıyorum. Bugün hedefimiz doğduğum ve otuz yaşıma kadar yaşadığım Ankara. Yol yine uzun ve engebeli. Özellikle Elmadağ rampası dillere destan.

Ama beni asıl endişelendiren arka tarafımda giderek büyüyen yangın. Yatmadan önce Bepanthen’e boğmama ve bu gece de açıkta uyumama rağmen hiç bir gelişme yok sanki. Üstelik sol elimin serçe ve yüzük parmakları da uyuşmaya başladı ve bunun sorumlusunun da oturma pozisyonumu kaybetmem yüzünden bileklerim üzerinde oluşan aşırı baskı olduğuna eminim. Ne yapıp edip bu sorunu en kısa sürede çözmem gerekiyor, yoksa mazallah bunun sonu turun iptaline kadar bile gidebilir. Ah be Cehennem Sıcakları, bula bula bu günleri mi buldunuz yani…


“HEP O MU BENİ TAŞIYACAK”

Batıya doğru gittiğim için artık hava daha geç aydınlanmaya başlıyor. O yüzden beklemeden 05:45’te çoraplarımı elime geçirip yola çıkıyorum. Neyse ki Yozgat çıkışından neredeyse 40 kilometre ötedeki Yerköy’e kadar yol yokuş aşağı.

Yalnız rampa aşağı da olsa popoya bir faydası olmuyor. Zar zor o 40 kilometreyi gidip 07:30 gibi Yerköy’de mola veriyorum. Canım çok sıkkın…

Fırından iki simit alıp karşısındaki çay ocağında yemeye koyuluyorum. Ocağın sahibi Haydar abi ile sohbet etmeye başlıyoruz. Çok enerjik birisi ve neşeli tavrı bana iyi geliyor.
“Hakkat sen bunla taa Çanakkaleye mi gitcen?” diye soruyor…
“Ya tekerin patlarsa?”
“Tamir ediyorum…”
“Yağmur yağarsa?”
“Yağmurluğumu giyiyorum…”
“E arıza yaparsa?”
“Araba değil ki bu, tamir edemeyeceğin bir arıza yapmıyor işte… Hem yaparsa da sırtıma alıp taşıyorum, hep o beni taşıyacak değil ya…”

Karşılıklı gülüşüyoruz ama suratından belli; hala aklı kesmiyor…


“YARATICI ÇÖZÜM ARAYIŞLARI”

08:00 gibi vedalaşıp tekrar yola düşüyorum ama daha anayola çıkamadan durmak zorunda kalıyorum. Bu iş böyle olacak gibi değil, bir şeyler yapmam lazım.

Çantamdan sweatshirt’ümü çıkarıp bir güzel seleye sarıyorum. Baya konforlu görünüyor. Oturup deniyorum. Bu sefer de çok yüksek olmuş. Seleyi indiriyorum. Şimdi fena değil gibi. Binip biraz deniyorum ama az biraz gidince kayıp duruşu değişmeye başlıyor. Yok, böyle olmayacak…

O anda aklıma başka parlak bir fikir geliyor; sweatshirt’ü katlayıp şortumun içine sokuyorum. Kim bilir ne komik görünüyor ama umurumda değil. Binip deniyorum. Sanki bu sefer oldu gibi. Uzun süredir ilk defa yüzüm güler gibi oluyor.

Epey bir vakit kaybettim ama yine de umutlu bir şekilde tekrar sürmeye başlıyorum. Tam bir çözüm olmadı ama en azından tekrar yoldayım…

Bu şekilde bir 60 kilometre daha yol yaptıktan sonra Çeriköy’de bir benzincide 100 kilometre molası veriyorum. Yine öğlen oldu ve hava yine aşırı sıcak. Popom ise belki bugün idare eder ama bu şekilde turu bitirmek sanırım mümkün olmayacak.

Kafamı çalıştırıp, aklıma gelen en küçük ihtimali bile ciddiye alarak bir çözüm bulmaya çalışıyorum ama sanki çok da fazla seçeneğim yok. Derken hiç umudum olmamasına rağmen, bir kerede kas ağrıları için yanıma aldığım Naprosyn kremi denemeye karar veriyorum. Öyle ya belki içinde bir parça uyuşturucu falan vardır da işe yarar.

Hemen bezincinin tuvaletine gidip popomu Naprosyn krem ile bir güzel sıvamaya başlıyorum. Gariptir, daha sürer sürmez bir serinleme ve ferahlama hissi yayılıyor bütün mabadıma. Bunu takip eden on dakika içerisinde ise müthiş bir mucize oluyor ve tekrar sahalara dönüyorum. Oleeeeeeey…


“NELER PİŞMİŞ NELER”

O sevinçle saat 13:00 ve sıcaklık 40 derecenin üzerinde olmasına rağmen hemen yola çıkıyorum. Öyle ya epey vakit kaybettim ama şu an çok iyi hissediyorum. Tekrar bir şey çıkmadan bunu değerlendirmem lazım.

O gazla Çeriköy’ün hemen ilerisindeki Yağlıköy rampasını hem de öğlen sıcağında kafama su döke döke hop diye çıkıp tepede bir zafer molası veriyorum.

Buranın 50 kilometre ilerisi Kırıkkale ve orada eski çalışanım Gülnur’un memleketteki ailesi öğlen yemeği için beni bekliyor. Bak yine oldu işte; işler son derece berbat giderken bir anda her şey yeniden yoluna giriverdi tıpkı tam tersinin de oluverdiği gibi. Böyle olmasa bu hayat çekilir miydi ki zaten?!

O keyifle bir gazlıyorum ki, sıcakmış, yokuşmuş hepsi hak getire…

Saat 15:00’de Gülnur’un baba evindeyim. Yani bu kadar sıkıntının hediyesi olsa olsa bu kadar olurdu. Gülnur’un annesi neler pişirmiş neler. Burada anlatmayayım okuyanlar için iyi olmaz. Ama siz anladınız onu…

Yalan yok, battal boy yiyorum. Mabattaki yangın söndü ya, yok yolda uyumuşum, yok ağır kalmışım hiç umrumda değil artık… Üstüne meyvemiz, çayımız bir de süper sohbetimiz geliyor ki benden iyisi şamda kayısı…


“İKİ KÖTÜ BİR İYİ SÜRPRİZ”

16:45 gibi artık zar zor, hatta neredeyse yuvarlanarak çıkıyorum Gülnur’un baba evinden. Şimdi önümde bir tek meşhur Elmadağ rampası kaldı bugün için alt edilecek. Yavaş yavaş ama giderek tempomu arttırarak sürmeye başlıyorum.

Tam havaya girip tempomu buluyorum ki; hop, yine arka teker patlıyor. Canımı sıkmadan inip makine gibi tamir etmeye başlıyorum. Artık alıştım, canını sıkmak enerji sızıntısından başka hiç bir işe yaramıyor. Hatta o kadar alışmışım ki, taktığım yepyeni lastik de patlak çıkınca ona bile canımı sıkmıyorum…

18:00 gibi Elmadağ rampasının başına ulaştığımda beni iki sürpriz bekliyor. Birincisi; çok kar düştüğünden olsa gerek yolun kayganlığı azalsın diye taraklanarak neredeyse şoseleştirilmiş hali. ikincisi ise ileride olmuş bir kaza yüzünden kilit olmuş trafik.

Burası Ankara’nın kuzey giriş yolu olduğu için ve Pazar akşam saatlerinde olduğumuz için gerçekten çok işlek ve trafik öyle bir kilit olmuş ki bisikletle bile gidemiyorum. Bugüne kadar ilk defa trafik yüzünden bisikletleyken durmak zorunda kalıyorum, varın gerisini siz hayal edin…

Patlayan lastik ve kilit trafik. Sonuç; tabi ki yine karanlığa kaldık. Neyse ki karanlıkta rampa tırmanmak, serinlikten ve değişik ortamdan olsa gerek artık daha kolayıma gidiyor…

Yarım saate yakın bekledikten sonra yol açılıyor.. Ama ortalık tam bir hengame. O kadar bekleyişten sonra ipini koparan nasıl gittiğini bilemiyor sanki. Ben de sabırla tırmanıp saat 19:30 gibi tepeye varıyorum.

Ya da aslında vardığımı sanıyorum, çünkü tepenin ardındaki kısa inişten sonra bir rampa daha var. Ve eğimi çok fazla olmamasına rağmen o kadar uzun ki bence bitirmesi asıl yokuştan bile daha zor…

Onu da aşıp Ankara’ya doğru inişe geçen yola girdiğimde artık saat 20:00’yi geçmiş durumda. Pedallara asılıp kalan 30-40 kilometreyi de bitirmeye çalışıyorum.

Ankara merkezde dostum Egemen beni bekliyor olacaktı ama Pazar trafiği o kadar fena ki bir türlü Ankara’ya ulaşamıyorum. Bunun üzerine Egemen Ankara’nın girişine gelip beni alıyor. Evine geçmeden önce Decathlon’a uğrayıp bir iki eksiğimi gideriyorum. Evde ise Egemen’in müthiş sürprizi bizi bekliyor. Ankara’yı bilenler bilir; cacığıyla birlikte “Aspava Döner Dürüm” partisi…

Yine göbeğim şişiyor ve yine erkenden yatıyorum. Çünkü yarınki hedefim Eskişehir ve bir yaşındaki güzel torunum Katya orada beni bekliyor olacak…


8.GÜN / Ankara-Eskişehir / 227km yol, 1.700mt irtifa

05:00’de uyanıyorum. Otel yerine evde uyanmak gerçekten harika. Oldum olası sevemedim zaten şu otelleri. En lüksü bile olsa yabancıdır, başkasının elinden çıkmadır ve asla evin yerini tutmaz. Ne ışığının şiddeti, ne yatağının yumuşaklığı ne de eşyaların yerleri alıştığın gibidir. Tam alışırsın bu sefer de gitmen gerekir zaten…

Ne kadar ses çıkarmamaya çalışsam da Egemen de uyanıyor. “Zararı yok, ben de seninle çıkar koşarım biraz, iyi olur.” diyor.

06:30 gibi ikimiz de çıkıyoruz, sonra ben yoluma o da koşmaya…

Günler sonra büyükşehire gelince biraz yadırgıyorum. Saat erken olduğu için sokaklar bomboş. Her yer beton, Anadolu’da geçtiğim şehirlerdeki gibi arada boşluklar, ağaçlar vs yok. Bir de orada sokak arasında da olsam güneş gelip beni buluyordu sabahları ama buradaki yüksek yapılardan olsa gerek güneşin izi bile görünmüyor.


“YİNE BU LANET SICAK”

07:00 gibi anayola çıkıp Ankara çıkışında Yaşamkent rampasıyla sürüşe başlıyorum. Çok zorlu bir tırmanış değil ama rampa rampadır ne de olsa. Onu aştıktan sonra ise Temelli’ye kadar aşağı yukarı bir 40 kilometre düz yolda gidiyoruz tıngır mıngır.

Akşam plan yaparken; “Temelli’de durup bir şeyler atıştırırım.” diye düşünmüştüm ama beklediğimden daha hızlı gelince durmayıp Polatlı’ya devam etmeye karar veriyorum. Bugünkü hedefim; öğlenden önce Ankara’dan 130 kilometre uzaklıktaki Sivrihisar’a varıp öğlen sıcağını orada savuşturduktan sonra kalan 100 kilometreyi de alıp akşam Eskişehir’e, kızıma, damadıma ve torunuma ulaşmak. Bugünün ödülü büyük anlayacağınız…

Polatlı’ya kadar her şey yolunda gidiyor. İlçeden hemen önceki rampayı da çok zorlanmadan aşıp 09:45 gibi şehir merkezinde hemen yol kenarında bir pastane bulup oturuyorum.

Çay, poğaça ve simitin yanına bu sefer bir de söğüş domates, biber ve salatalık ekleyince tadına doyum olmuyor. Ve yine kendimi tutamayıp fazla fazla yiyorum. Ve tabi göbek şişince oradan ayrılmam saat 10:30’u buluyor.

Sivrihisar’a nereden baksan 60 kilometreden fazla yolum var ve daha önceki turlardan biliyorum ki Sivrihisar öncesinde ciddi bir yokuş beni bekliyor. Bu hesapla nereden baksan planım tutmayacak, Sivrihisar’a en iyi ihtimalle 13:00 gibi ancak varacağım. Yine sıcağa kaldık anlayacağınız. Üstelik bir de o sıcakta en son olarak tırmanılacak sert bir yokuş var.

Biraz canım sıkılıyor haliyle ama yapacak bir şey yok. Elimden geldiğince hızlı yol almaya çalışarak pedallara basıyorum. Basıyorum ama sıcak yine nefesimi kesmeye başlıyor. Üstelik yolum tamamen açık arazi ve altına sığınacak bir tane ağaç bile yok.

Her benzincide dura dura ilerliyorum ama bu da beni daha yavaşlatmaktan başka bir işe yaramıyor. Bir de böyle etrafında bir şey olmayan yollarda kendini oyalayacak bir şey bulamadığın için yol sanki daha da uzuyormuş gibi geliyor.

Öyleydi böyleydi derken saat 13:00 gibi Sivrihisar’a 15 kilometre uzaktaki Oğlakçı’da bir benzincide mola veriyorum. Ne su, ne dondurma ne de başka bir şey içimdeki yangını söndürmeye yetmiyor. O 15 kilometre nasıl bitecek çok merak ediyorum.

Ve merak ettiğim kadar da oluyor gerçekten. Saat 14:30’da Sivrihisar’daki Muhteşem Tesisleri’ne vardığımda tek kelimeyle perişan haldeyim. Hemen içliğimi çıkarıp karnımı doyuruyor ve vakit geçirmeden tesisin önündeki çimenlerde kestirmeye gidiyorum. Bu saatten sonra Eskişehir’e hava kararmadan varmam hayal ama karanlıkta uzun süre yol almak istemiyorsam en geç 16:00 gibi buradan ayrılmış olmam gerekiyor. Saat 14:55’i gösterirken telefonun alarmını 15:30’a kurup gözlerimi kapatıyorum, çünkü en azından bir 15 dakika da popoma yapacağım lokal anesteziye gidecek…

Ve yine, yarım saat bile olsa uyku büyüleyici bir şekilde sanki beni yeniden yaratıyor. Gerçi gözlerimi açarken çok zorlanıyor, mümkünse bir sekiz on saat daha uyumak için can atıyorum ama uyandığım zamanki halimle uyumadan önceki halim arasında gerçekten dağlar kadar fark var.


“ABİ ARABA ALSAYDIN YA”

Saat 15:45’i gösterirken, yani planladığımdan 15 dakika önce yola çıkmayı başarınca kendimle gurur duyuyorum. Şu anda düşününce pek de o kadar etkileyici bir şey değilmiş gibi geliyor ama, o anda o haldeyken bunu başarmak gerçekten de çok büyük işti, bunu çok iyi biliyorum…

Ve bence bütün yolculuğun yine en değişik etaplarından birisi başlıyor. Çünkü önümdeki 65 kilometre boyunca yol açık arazide yani bütün rüzgarlara açık bir halde ve dümdüz yani son derece tekdüze olarak uzanıyor. Üstelik bu 65 kilometre boyunca ne bir tane benzinci ne de bir yapı var.

O yüzden ikmal yapmak üzere Sivrihisar çıkışındaki son benzincide duruyorum. Marketin önünde üç tane genç içinden arabesk nağmeler yayılan bir Tofaş’a dayanmış sigara içiyorlar. Canlarının sıkıldığı ve eğlence aradıkları her hallerinden belli. Dolayısıyla beni görünce altın bulmuş gibi seviniyorlar. Tipik geyik başlıyor ve gençler ve çocuklarlayken her zaman olduğu gibi klasik sorumuz geliyor;

“Abi bu bisiklet kaç para?”
Bunun geleceğini bildiğim için hazırlıklıyım; “Senin Tofaş’tan pahalı!”.
“Yapma ya. araba alsaydın ya o zaman”
“Bak sana ne diycem; 9 gündür yoldayım ve neredeyse 2.000 kilometreye yakın yol yaptım. Hem de patlak lastik dışında hiç sorun yaşamadan…”
Bunun ardından ne geleceğini bilemediklerinden üçü de nefeslerini tutmuş merakla bana bakıyorlar. Ben de daha fazla bekletmeyip bombayı patlatıyorum;
“Sence senin Tofaş teklemeden 2.000 kilometre gidebilir miydi?!”
Üçü birden aynı anda; “Haklısın abi ya!” derken hep birlikte kahkahayı koyveriyoruz…

Evet sıkıcı yolun öncesinde bu gerçekten de iyi geldi. Tekrar yola koyulurken bir önceki çöl turumu hatırlayıp oradaki ruh halimi yardıma çağırıyorum. Takip eden üç dört saat boyunca yarı hipnoz olmuş o ruh hali içerisinde ve kontrolümü kaybetmemeye çalışarak, bir yandan da rüzgarla boğuştuğum inişli çıkışlı o yolu bitirdiğim zaman ne kadar sevindiğimi tahmin bile edemezsiniz.

Kalan 35 kilometre ise basit anlatımıyla Eskişehir’e kadar hafif hafif yükselen ama yükseldiğini belli etmeyen ve insana “Neden bir türlü gidemiyorum!” dedirten sinsi bir rampa. Zaten onun yarısını da karanlıkta aldığım için artık hepten kontrolü kaybedip sadece bir an önce varabilmek için Allah ne verdiyse pedallıyorum.

Neyse ki sonunda zirveye varıyorum ve aniden aşağıda ışıl ışıl yanmakta olan Eskişehir’i görünce keyfim tekrar yerine geliyor. Kalan yolu da alıp saat 21:00 gibi bizimkilere kavuşuyorum.

Çok zor oldu ama tabi ki sonunda bekleyen hediyeyi düşününce hepsine değdi sanki…


9.GÜN / Eskişehir-Bursa Gölyazı / 201km yol, 1.500mt irtifa

Çocuklarla ve torunla geçirilen harika bir akşamın ardından sabah yine 05:30’da uyanıp yol için hazırlanmak tabi biraz koyuyor insana ama artık sona iyice yaklaştığımızı düşününce ihtiyacım olan motivasyon geri geliyor.

Hazırlıklarımı tamamlayıp saat 06:30’da Bursa’ya doğru yola çıkıyorum. Bugünkü hedefim yine 200 kilometre yol yapıp geceyi Bursa’nın Gölyazı beldesinde geçirmek. İlk gördüğüm günden beri sessiz sakin ve pırıl pırıl Uluabat gölüne bir kama gibi saplanan o güzelim yarımadada bir gece geçirmek aklıma kazınıp kalmıştı zaten. Kısmet bugüneymiş…


“MAHMUT”

Daha önceden yazılarımı okuyup beni takip eden İnegöl’lü bisikletsever Mahmut tarafından öğlen yemeğine davetli olduğum için bugünkü niyetim öğlene kadar 110 kilometre yol yapıp, İnegöl’de Mahmut ile köfteleri mideye indirmek. Kalan 90 kilometreyi de akşama kadar bir şekilde yaparım diye düşünüyorum.

Hava biraz serin ama Sivas ve Yozgat’taki soğuk artık yok. Çoraplar geri çantaya girdi anlayacağınız.

Eskişehir’den çıktıktan sonra hafif rampaları ine çıka giderken yine arka tekerleğim patlıyor. Eğlence olsun diye artık lastik değiştirirken süre tutmaya, zamana karşı kendimle yarışmaya başladım. Bu sefer de lastiği söküp, değiştirip, havasını basmam ve tekrar yola koyulmam18 dakikamı alıyor.

Saat 09:00’da Eskişehir’den 45 kilometre ötedeki Bozüyük’te kahvaltı molası veriyorum. Burası önemli bir kavşak noktası olduğu için tesisten bol bir şey yok.

Çayımla birlikte patatesli gözlemeyi yerken pek de acele etmiyorum. Çünkü Bozüyük’ten sonra biraz tırmanacağım ama ondan sonra neredeyse İnegöl’e kadar hep iniş…

Yarım saat içinde işimi bitirip tekrar yola çıkıyorum. Bozüyükten itibaren coğrafya yeniden değişmeye, İç Anadolu'nun o dümdüz bozkır havası yerini yavaş yavaş yemyeşil ağaçlarla kaplı yumuşak tepelerin olduğu bir atmosfere bırakmaya başlıyor.

Sonunda Bozüyük ile İnegöl arasındaki rampanın tepesine çıktığımda artık İç Anadolu bozkırlarını tamamen arkamda bırakıp, önümdeki yeşil Marmara dünyasına adım atmak üzere olduğum iyice aşikar.

Ve salıyorum Karayel’i aşağı doğru İnegöl üstüne. Ters rüzgar da yok. Uçarcasına gidiyoruz bizi bekleyen köftelere doğru. Allah'ım bu ne kadar güzel bir şey…

Şehrin girişinde beni bekleyen Mahmut ile buluşuyoruz. Gözleri ışıl ışıl parlayan ve konuşmasından bal damlayan, ince, kibar, pırıl pırıl bir insan Mahmut…

Beni yedeğine alıp İnegöl’ün en eski köftecilerinden birisine götürüyor. Tahmin edebileceğiniz gibi köfteler de piyaz da müthiş, ama sohbetin tadıyla yarışmaya güçleri yetmiyor maalesef.

Kaç saat geçtiğini fark etmeden konuştukça konuşuyoruz Mahmut’la sanki birbirimizi ezelden beri tanıyormuş gibi… Bisiklet deyip geçmeyin işte. Kaç tane büyülü eşya vardır ki dünyada acaba bunun gibi bir büyüye sebep olabilen?!


“HADİ SAĞLICAKLA”

Saatin ilerlemesiyle birlikte tekrar görüşmek üzere sözleşip 14:30 gibi istemeyerek de olsa vedalaşıyoruz. Mahmut İnegöl’deki hayatına geri dönüyor, ben de beni bekleyen yollara.

İnegöl çıkışı ile birlikte bu sefer yine meşhur Bursa rampası başlıyor. Çık Allah çık bitmiyor bir türlü. Ama sohbetin verdiği enerjiye galip gelmesi mümkün değil tabi ki.

Sonunda zirve görünüyor. Tepede, yolun kenarında da kocaman bir şeftali tezgahı. Ama şeftalileri bir görmeniz lazım; her biri yarım kilo gelir en azından. Hemen Karayel’i yanına dayayıp tezgaha yamanıyorum. Hepsi o kadar güzel ki bir tane seçmek neredeyse imkansız. Öyle alık alık bakıyorum. Tezgahın yanındaki eskiciden alınma koltuğunda oturan beyaz saçlı satıcı gelip beni bu dertten kurtarıyor. Eliyle koymuş gibi bulduğu bir şeftaliyle birlikte cebinden çıkardığı bıçağı da uzatıyor bana gülerek;

“Al buyur, yanmışsın belli ki…” Doğru söze ne denir…

Adı İbrahim, az aşağıdaki köydenmiş.” Artık son şeftaliler bunlar, ama en güzelleri.” diyor. “Kalanını da oğlanla Bursa’ya pazara gönderdim.” diye de ekliyor..

Şeftali de dediği kadar var gerçekten, sanki ağzımın içinde bayram yapılıyor. Bir de tezgahın altındaki termostan çıkardığı buzlu suyu uzatınca artık değmeyin keyfime. Üstüne koltuğuna da oturtuyor beni yok, mok demeye kalmadan; “Otur, otur dinlen biraz.” diyerek…

Laf lafı açıyor, nereden gelirsin, nereye gidersin, epey bir sohbet ediyoruz. “Şimdi mevsimi, Gölyazı’da Turna Balığı ye, başka balık verirlerse sakın yeme.” diye tembihliyor. Ne kadar ısrar etsem de şeftalinin parasını almayıp, “Hadi sağlıcakla…” diyerek, beni öyle gönül borcuyla dopdolu bir halde uğurlayıveriyor güzel memleketimin güzel insanı…


“GÖLÜN BÜYÜSÜ”

Bursa’ya doğru iniş yine mükemmel. Yüzümü yalayan rüzgarın tadını çıkarırken sol tarafımda kalan Uludağ manzarasını seyrederek kayıyorum Bursa’ya doğru.

İniş mükemmeldi ama Bursa trafiği için aynı şeyi söylemek mümkün değil, neredeyse İstanbul’a yaklaşmış. O güzel sürüşün üzerine hiç de iyi gitmiyor. Kente giriş yaptığım batı ucundan çıktığım doğu ucuna kadar gitmem neredeyse iki saatimi alıyor.

Üstelik hava yine çok sıcak ve araçların egzostlarından havaya karışırken görüşü bulandıran sıcak gazların arasından ilerlerken ter içinde kalıyorum. Zaten dur-kalk giderken bir de her beş yüz metrede bir durup beklemek zorunda kaldığımız trafik ışıkları ise ayrı bir işkence.

Sonunda güneş artık iyice alçaldığında şehirden çıkmayı başarıyorum. Bir 10 kilometre daha gidince Uluabat gölü de sol tarafımda kendisini göstermeye başlıyor. İşte, Gölyazı da orada, suyun içine bir bıçak gibi saplanmış yarımadanın tam ucunda, alacakaranlıkta yanıp sönen ışıklarıyla sanki bana göz kırpıyor.

Az ileride anayoldan sapıp, etrafı incir ağaçlarıyla dolu dar ve yamalı yoldan Gölyazı’ya doğru kalan son kilometreleri de almaya başlıyorum. Etraf çok sessiz ve sakin. Kentin deli trafiğinden sonra son derece huzur veriyor.

Biraz daha ilerleyip, tam güneş batarken göl kıyısına ulaşıyorum. Manzara gerçekten muhteşem. Yorgunluğumu unutup kendimi bu güzel ana yakışır fotoğraflar çekmeye vakfediyorum.

Orada ne kadar kaldığımı kestiremiyorum ama artık güneş görünürlerde yok. Hatta hava iyiden iyiye kararmış. Gölün, gökyüzünden gelen azıcık ışığı yansıtması olmasa etraf zifiri karanlık olacak eminim. Ve bu gerçekten tarif etmesi çok zor, değişik bir atmosfer yaratıyor.


“ALLAH SONUMUZU HAYIR ETSİN”

Kendimi zar zor kaldırıp Gölyazı’daki Gölgören Pansiyon’a vardığımda artık saat 20:00 ve karanlık her yanı basmış durumda. Hafta içi olduğundan olsa gerek kasaba neredeyse bomboş. Oysa ilk defa bir haftasonu geldiğimde göl kenarına dizilmiş o küçük ve şirin balık lokantalarında oturacak yer bulamamıştım. İşte şimdi tam da o günün intikamını alma zamanı; minik kasaba neredeyse sadece benim!

Pansiyon sahibi Osman ile çabucak ahbap oluyoruz. Kendinden emin ve tecrübeli bir hali var. Kim bilir ne tipler gelip geçtiği için pansiyonundan, başlarda benim de ne ayak olduğumu anlamaya çalıştığını fark edebiliyorum. Haksız da sayılmaz hani. Hele ki hafta ortasında bir gece vakti gelen bu garip adam bir de bisikletle ülkenin ta öbür ucundan kalkıp geldiğini söylüyorsa…

Dediğim gibi, yine de çabucak ahbap oluyoruz. Buralıymış. Gölün kıyısındaki dar sahil yoluna cephe evlerini önce lokantaya çevirmişler. Ardından evi zamanla apartmana dönüştürüp fazla gelen daireleri de apart otel gibi kiralamaya başlayarak balıkçılık yapmaktan kurtulmuşlar anladığım kadarıyla.

“Çok açım Osman, ne yiycem?” diye sorunca; “Buraya kadar gelmişin, e tabi ki balık yiyecen!” deyip gülüyor.

Hemen Şeftalici İbrahim’in tembihini hatırlayıp; “Turna balığın var mı peki?” diye soruyorum; “Var tabi, olmaz mı, tam da mevsimi zaten!” diye cevaplıyor.

O zaman bana güzel bir sofra hazırlamasını söyleyip duş alıp temizlenmek ve tazelenmek için odama çıkıyorum. On beş dakika sonra aşağıya indiğimde balığıyla, mezesiyle ve salatasıyla harika bir sofra beni bekliyor. Osman gerçekten iyi bir aşçı olmalı ama sofradan anladığım kadarıyla sanatçı bir kişiliği de var…

Göl kenarında huzur içinde yemeğimi yerken gençten bir çocuk gelip masama oturuyor. Balıkçıymış. Öyle dert yanıyor bana; göldeki balıkların kökünü kazımışlar turistlere yedirecez diye, bugün mezata gitmiş Bursa’ya; orada da balıklar ateş pahası… “Allah sonumuzu hayır etsin, hadi iyi geceler” diyerek karanlıkta kayboluyor aynen geldiği gibi.


“MEHMET İLE HELENİ”

Karnımı da doyurunca bu sessiz sakin ve güzel kasabayı keşif yürüyüşüne çıkıyorum. Etrafta çok insan yok. Ama kasabanın merkezindeki koca çınar ağacına komşu kahvehane-çay bahçesi karışımı mekan baya kalabalık. Böyle turizm açısından durgun günlerde kasabanın tek cazibe merkezi olan yer burası anlaşılan.

Mekanın çok bir özelliği yok ama çınar ağacı muhteşem. Devasa bir şey. Gövdesini oluşturan iki daldan biri yerin hemen üzerinde sola kıvrılıp zemine paralel olarak neredeyse 10 metre ileriye kadar gitmiş. Ve bu ağacı gerçekten devasa bir hale getirmiş. Kasabalılar “Ağlayan Çınar” diyorlar. Hemen önündeki bir tabelada da hikayesi yazılı.

Neredeyse 750 yaşında olan ağacın gövdesinden gözyaşı misali bir sıvı akıyor. Ve yazılana göre bunun sebebi yaklaşık 100 yıl önceki mübadele sırasında yaşayan Mehmet ile Heleni’nin acıklı aşk hikayesi.

Bugüne kadar bu ülkede ziyaret ettiğim pek çok yerde buna benzer o kadar çok hikaye ile karşılaştım ki… Bu topraklarda sevdaya bu kadar önem veriliyor olup, hikayelerinde, mitlerinde, türkülerinde, coğrafi şekillerinde ve buradaki gibi ağaçlarında olsun bu kadar içselleştiriliyor olması çok hoşuma gidiyor ve bu toprakların bir parçası olduğum için kendimi gerçekten şanslı hissediyorum. Öyle ya, aşkı çekip aldın mı, geriye ne kalıyor ki bu hayattan…

Bu kadar duygulanmanın üzerine dondurma mükemmel gidiyor. Hatta hızımı alamayıp ikincisini de götürüyorum. Sonrası ise huzur dolu güzel bir uyku…


10.GÜN / Bursa Gölyazı-Balıkesir Edremit / 222km yol, 2.000mt irtifa

Sabah 05:15’de muhteşem bir göl manzarasına uyanıyorum. Hava hala karanlık ama göl kendisini hissettiriyor. Ve dakikalar ilerledikçe de yavaş yavaş duvağını açan yeni gelin bir genç kız gibi kendisini ifşa etmeye başlıyor.

Son derece durgun ve huzurlu, sanki yeni gelen günü karşılamaya hazırlanıyor. Derken zar zor duyduğum bir pat-pat sesine kulak kabartınca uzaklarda karınca hızıyla hareket eden ufacık bir balıkçı teknesi görüyorum. Çarşaf gibi gölün üzerinde yavaş yavaş ilerliyor
arkasında köpüklerden minik danteller işleyerek…

Orada öylece oturup akşama kadar hayal kurabilirim herhalde. Ama bir anda hatırlıyorum ki benim zaten gerçekleştirmemi bekleyen, üstelik artık sonuna çok yaklaştığım büyük bir hayalim var. Hemen kalkıp hazırlanmaya başlıyorum.

06:30 gibi ilk pedala basıyorum. Etraf hala çok sessiz. Kasabayı çıkıp dar asfalta girince yol kenarındaki incir ağaçlarının altında ikişerli üçerli insanlar görmeye başlıyorum her yüz, iki yüz metrede bir. Ellerinde birer sopa incir topluyorlar. Selamlaşıyoruz.

Bir de tabi onlarla çıkıp gelmiş, ama incir toplamak ilgilerini çekmediği için etrafta gezintiye çıkmış kuçu kuçuları var ki yol boyunca onlarla da baya bir halvet oluyoruz…


“DUBLE KAYMAKLI BATTAL BOY EKMEK KADAYIFI”

Bugünkü hedefim yine 200 kilometre üzerinde yol yapıp öğlen 130 kilometre ötedeki Balıkesir’e, akşam da 90 kilometre ileride annemin yazlığının olduğu Edremit’e ulaşabilmek. Sıcak hala büyük problem. Mabadımdaki yangın da hala sönmüş değil ama her üç-dört saatte bir yaptığım lokal anestezi sayesinde idare edebiliyorum. Fakat sol elimin serçe ve yüzük parmağındaki uyuşukluk bir türlü geçmiyor. Sanırım Ulnar sinirlerim zedelendi ve iyileşmesi biraz zaman alacak. Eee, bedavaya köfte yok öyle değil mi? Gerçi bu sıcaklar hiç hesapta yoktu ama hayat da hesapla yaşanan bir şey olamıyor zaten…

Anayola çıkıp 30 kilometre ilerideki Mustafakemalpaşa’ya doğru sürmeye başlıyorum. Asfalt güzel. Şansıma rüzgar da arkamda. Yani tam keyif vakti. Kulaklıklarımı takıp sağlı sollu yemyeşil tarlaların arasından, ara sıra bağıra bağıra şarkılara eşlik edip rüzgar gibi gitmeye başlıyorum.

Sürüş ne kadar keyifli geldiyse artık, ne ara Mustafakemalpaşa’ya geldim hiç anlayamıyorum. Normalde burada mola veririm diye düşünüyordum ama hiç durmayıp yine 30 kilometre ilerideki Karacabey’e doğru devam ediyorum. Gelenek bozulmuyor ve yine nasıl olduğunu anlamadan Karacabey’e varınca ritmimi hiç bozmadan Susurluk’a kadar devam ediyorum.

Susurluk’ta Karayel’i Yörsan’ın önüne park ettiğimde saat daha sadece 10:30. Bugün güzel başladı, inşallah böyle devam eder…

Her zaman arabayla geçerken durduğumuz bu tesiste, bu sefer bisikletle geçerken duruyor olmak hoşuma gidiyor, ister istemez gülümsüyorum.

Karnım aç ama, vitrindeki devasa ekmek kadayıfını görünce aklım şaşıyor. Zaten tatlı aç karnına iki kat daha güzel olmuyor muydu?!

Hemen kasaya gidip bir duble çay ile kaymaklı ekmek kadayıfı sipariş ediyorum. Sonra hızımı alamayıp bedelini ödeyerek extra kaymak ekletiyorum. Tezgahtan almaya giderken de kendi kendime; “Duble Kaymaklı Battal Boy Ekmek Kadayıfı” diye söylenip neredeyse her kelimeyi yiyorum.

Sonrasını es geçeceğim çünkü anlatabilmek için muhtemelen ayıp ifadeler kullanmam gerekecek…


“SANDVİÇ KARDEŞLİĞİ”

Tabi ki tekrar kalkıp yola düşmek acayip zor oluyor. Sabahki balayının bittiğini belirtmek istercesine çekilip giden rüzgarın üzerine öğlen sıcağı ve Balıkesir girişindeki rampalar da eklenince kendime geliyorum. E zaten her şey fazla güzeldi…

Bir şekilde rampaları halledip Balıkesir çevre yoluna varıyorum ama sonuçta gittiğim yol motorlu araçlar için tasarlanmış ve tasarlayan arkadaşlar da motorlu araçların şehir merkezine girmesini uygun bulmadıklarından olsa gerek, kestirmeden Balıkesir’İn içinden geçip Edremit’e götüren yolun tabelasını kaldırmışlar. Duruma uyandığımda bir de bakıyorum ki Balıkesir’i 10 kilometre geçmişim. Mecburen bu ileri görüşlü arkadaşların tabelalarını takip edip şehrin etrafından dolaştıktan sonra İvrindi, Edremit, Çanakkale tabelasını görüp sağa dönüyorum.

Bu çevre yolu yeni yapılmış belli. İlk defa geçtiğim için de ileride beni neler beklediğini hiç bilemiyorum. Yolu uzatınca fark etmemiştim; saat 14:00 olmuş bile… Dolayısıyla hem artık hava sürüş yapılamayacak kadar ısındığı için, hem de belki yol hakkında belki biraz bilgi alırım umuduyla ileride gördüğüm benzinci-dinlenme tesisi karışımı yerde duruyorum.

Yol gibi burası da oldukça yeni. Biraz da in cin top oynuyor. İlk iş yine pedli içliğimi çıkartıp rahatlıyorum. Yine terden sırılsıklam olmuş. Ardından buz dolaplarını karıştırırken hazır üçgen sandviçlerden buluyorum; "Bu sıcakta hiç fena olmaz aslında. Yanına da buz gibi kola…”

Alışverişimi yapıp dışarıya, benzincinin yanındaki büyükçe pergolanın altına yöneliyorum. Buraya çok güzel dış mekan koltuk takımları koymuşlar. O pofuduk minderler bir anda aklımı başımdan alıyor; “Amma kestiririm ben şimdi burada…”

Yaralı kuşumu çok şey vaat eden o koltuklardan birisine itinayla yerleştirip karnımı doyurmaya başlıyorum. Etrafta benden başka kimse yok diyeceğim ama erken davranmışım, ortalık birden koltukların arasında gezinmeye başlayan kapkara tavuklarla doluyor. Biraz sonra da neden geldiklerini anlıyorum; sandviçlerimin peşindeler…

Zararı yok, birlikte yiyoruz ve ben artık uyumaya niyet bile etmeden başım önüme düşüp düşüp kalkmaya başlıyor. Sonraki yarım saat ise benim için kayıp. Film kopmuş anlayacağınız…


“ABİ TAKIL İSTERSEN”

Uyku yine çok iyi geliyor ama hava hala çok sıcak. Marketteki çocuğa yolu soruyorum. “Abi buradan sonrası biraz rampa.” diyor. Tecrübelerimle sabit ki; eğer bisiklet kullanmayan birisi “Biraz Rampa” diyorsa başınız belada demektir.

Üstelik Edremit’e kadar olan yolda da çokça rampa olduğunu biliyorum. Hem İvrindi’de, hem de Havran’da. O yüzden saat neredeyse 16:00 olmuş olmasına rağmen sıcak geçmemiş de olsa fazla vakit kaybetmeden yola çıkmaya karar veriyorum.

Ve takip eden bir saat boyunca bu kararımın sonuçları burnumdan fitil fitil geliyor. Sakaltutan’dan daha kısa olsa da eğimiyle onu aratmayan bir yokuş. Bu rampayı çıkarken o çevre yolunu tasarlayan, daha doğrusu eski tabelayı yerinden kaldıran arkadaşların kulaklarını o kadar çok çınlattım ki anlatamam…

Mobiletli bir çocuk, kan ter içinde nasıl görünüyorduysam artık, yanımda durup korku dolu gözlerle; “Abi takıl istersen.” deyince o an nasıl göründüğümü çok merak ediyorum. Nefes nefese olduğumdan kibarca teşekkür edip; “Ben çıkarım sağ olasın.” derken bile oksijensizlikten bayılmama ramak kalıyor.

Bir şekilde etrafa hakim tepeye varıp da aşağılarda süzülen eski yolu görünce iyice su kaynatıyorum. Neyse, olan oldu artık. Bir de sinirlenip kalan enerjimi boşa harcamanın hiç zamanı değil şimdi…


“AMAN DİKKAT”

İvrindi’ye kadar engebeli 30 kilometre bir yolum var. Onu iki saatte alsam bile ondan sonra Havran’a kadar bir 50 kilometre daha gitmem gerekiyor. Gerçi Havran Edremit arası 10 kilometrelik düz bir yol ama bugün yine karanlığa kaldığım kesinleşti. Tek isteğim; hiç değilse hava kararmadan Havran öncesindeki zirveyi aşabilmek.

Zeytin ağaçlarıyla çevrelenmiş yol çok güzel. Biraz keyif yapayım diyorum ama hiç olur mu, arka lastiğim yine patlıyor… “Hayır, sinirlenmeyeceğim!”…

Bu sefer skorumu geliştirip 15 dakikada hallediyorum. Ondan sonra bir inip bir çıkarak İvrindi’ye ulaştığımda saat artık 18:30. Havran’dan önceki zirveye olan 30 kilometre yolu almak için karanlık iyice basmadan önce taş patlasın bir buçuk saatim var. Kısacası her şeyin yolunda gitmesi gerekiyor.

Ve rampanın sonu baya bir zorlayıcı olmasına rağmen çok şükür her şey yolunda gidiyor, tam hava karardığında kendimi zirvede buluyorum. İleride, çok uzaklarda Edremit’in ışıl ışıl yanan siluetini gördüğümde o kadar mutlu oluyorum ki anlatamam.

Ama şimdi çok dikkatli olmam lazım. Tepelerde hiç yerleşim yok ve etraf o kadar karanlık ki neredeyse göz gözü görmüyor. Ön ve arka farım gayet iyi aydınlatıyor olmasına rağmen 500 metre irtifadan yapacağım iniş sırasında nispeten hızlı olacağım ve Kuzey Ege turumda olduğu gibi emniyet şeridinde aniden bir çukura denk gelip tehlikeli bir kaza yapmak istemiyorum.

Bütün dikkatimi toplayıp Karayel’e yol veriyorum. Yokuş aşağı giderken iki elim de sürekli frende. Karayel hızlanmak istiyor ama ben her seferinde engel oluyorum. Şu lanet sıcak yüzünden bu inişin keyfini de kaçırdık, alacağı olsun…

Ve sonunda saat 20:30’da Havran’a varıyorum. Bundan sonrası artık Edremit’e kadar iki taraftan aydınlatılmış dümdüz bir yol. Günün yorguluğunu atmaya çalıştığım sakin bir sürüş ile hedefime varmam saat 21:00’i buluyor.

Bu zorlu günü de atlattık. Yarın artık büyük gün. Ve eğer 10 gün önce Iğdır Dilucu’ndan yola çıktığımız saat 14:40’tan önce Babakale’ye varabilirsek 10 günün altında yolculuğu tamamlama hedefimizi de gerçekleştirmiş olacağımız için çok mutluyum.

Ha bir de anneme yemek sipariş etmiştim. Onu da hatırlayınca iyice mest oluyorum…


11.GÜN / Balıkesir Edremit-Çanakkale Babakale / 99km yol, 1.200mt irtifa

Akşam anne yemeklerini tıka basa gömmüş olmama rağmen heyecandan bir türlü uyku tutmuyor. Sürekli uyandığım bölük pörçük bir uykunun ardından artık dayanamayıp 05:15’te yataktan çıkıyorum.

Oyalana oyalana hazırlanıp havanın aydınlanmasını bekliyorum. Yolculuğa başladığımda Iğdır’da sabah 05:30’da aydınlanan hava şimdi burada 06:30’da ağarıyor. Şaka maka 10 günde yaptığımız yol sayesinde güneşin bile bir saat önüne geçtik. Müthiş…

06:30’da artık sonuncu kez yola çıkıyorum. Çok heyecanlıyım. Edremit’ten Assos’a yani Behramkale’ye doğru giden asfaltta bir süre yol alınca solumda aniden beliriveren Ege denizini görmemle gözlerimin dolması bir oluyor. Bir anda 10 gündür yapmakta olduğum şeyi yeniden idrak ediyorum. Sanki on gündür bir rüya görüyordum da o rüya artık gerçek oluyor…

Gülüyor muyum, ağlıyor muyum anlayamadan giderken çok güzel bir zeytin ağacı görüp duruyor, altında Karayel’in güzel bir fotoğrafını çekip şu mesajı da ekleyerek sosyal medyada paylaşıyorum;

“Evet, artık son 100 kilometre... Karayel ile 24.08.2020 günü saat 14:40’da Türkiye’nin en doğu noktası olan Iğdır Dilucu Sınır Kapısı’ndan başladığımız Trans-Türkiye Geçişi’mizi, bir kaza, arıza, hastalık, sakatlık vs olmadığı takdirde bugün 14:40’dan önce, yani 10 tam gün dolmadan, Türkiye Anakara’sının en batı noktası olan Çanakkale Babakale Baba Burnu’nda tamamlamayı planlıyoruz ;) Selamlar, sevgiler :)”

Yazdıklarımı bir de kendim okurken yol boyunca yaşadıklarım film gibi gözlerimin önünden geçiyor ve sabırsızlanıp hemen tekrar yola düşüyorum.


“YAŞLILARIN MIAMI’Sİ”

Edremit’ten yola çıktıktan 40 kilometre ve yaklaşık iki saat sonra Küçükkuyu’da kahvaltı molası veriyorum. Burada sıcak asfalt benim için sona eriyor. Sola dönüp dar ve soğuk asfalt sahil yolundan 25 kilometre ilerideki, ve hatırladığım kadarıyla hemen öncesinde çok uzun ve dik bir rampa olan Behramkale’ye ulaşmam gerekiyor.

Küçükkuyu’da pastane vs bulamayıp kahvaltıyı bir bakkalda popkek, dido vs ile geçiştiriyorum. Artık yediklerimin çok da bir önemi kalmadı zaten.

Sahilden Behramkale’ye giden soğuk asfalt tam bir yamalı bohça. Ama yine de denizin kıyısından kıyısından gidiyor olmak bir nebze de olsa bunu unutturuyor. Unutturuyor unutturmasına ama hala bir hedefimiz var ve boşa harcayacak zamanımız yok. O yüzden biraz sarsıcı olsa da hızımı arttırıyorum.

Yaklaşık bir saat gittikten sonra yol sahilden içerilere doğru dönüyor. Artık rampaya yaklaşmış olmalıyım. Yol kenarında tabelasında “Taze Dutsuyu” yazan küçük ve sevimli bir kafede duruyorum. Niyetim hem biraz serinlemek hem de yol hakkında bilgi almak.

Kafenin sahibi Mehmet abi yeni gelmiş gazeteleri tasnif etmekle bir hayli meşgul. “Bu zamanda hala gazete okuyan var mı acaba?” diye kendi kendime sorarken bir anda nerede olduğumu hatırlıyorum; “Öyle ya burası Kaz Dağları, Emekliler Cenneti”…

Şaka bir yana, annemim yazlığı da burada olduğu için yaz aylarında buradaki demografik yapıya aşinayım aslında. Hatta çok hoşuma gidiyor dersem yalan sayılmaz. Neredeyse herkes yaşlı ama ihtiyarlık pek yok bu emekliler cennetinde… Sportifi, frapanı, popüleri, halk çocuğu, gösterişçisi, duygulusu, kabadayısı, göbeklisi, zayıfı, çapkını, utangaçı, vs, vs... Bildiğin High School Musical’ın kağıt üstünde yaşı yükseklerin rol aldığı bir versiyonu. Sanki hayatın getirdiği yükün omuzlardan kalktığı bu son demlerinde yeniden orijinal ruhlarına kavuşmuşlar… Burada yaşlılık anlamını ve ağırlığını yitirip, gençler ve gençlik ise kapsama alanı dışında hatta hükümsüz kalıyor. Eğer bu yaşlılar cumhuriyetinde gençsen kimsenin seninle ilgilenmesini beklemiyorsun, sen de onların yaşlısı yani ötekisisin aslında burada, hepsi o… Şaka maka bir süre sonra; “Keşke ben de biraz daha yaşlı olsaydım” demeden edemiyorsun. Yaşlıların Bodrum’u desem yanlış olmayacak herhalde, ya da Miami’leri mi desem bilemedim…


“ILIAS İLE DAPHNE”

Neyse biz yine yolculuğumuza dönelim. Mehmet abiden bir bardak soğuk dutsuyu isteyip içerken de yolun durumunu soruyorum. Hatırladığım gibi, az ileride başlayıp Behramkale’ye kadar süren zorlu bir rampa var. “Ama ondan sonrası kolay” diyor Mehmet abi. Ama bu tip lafları duyduktan sonra o kadar çok sıkıntı çektim ki, o yüzden sütten ağzı yanan hesabı, pek ciddiye almıyorum.

Şimdi ilk hedef o rampayı aşmak.

Gerçekten de zorlu bir rampa. Deniz seviyesinden başlayıp, 200 metre irtifaya kadar neredeyse dümdüz tırmanıyorsun. Yine hipnoz ve sabır zamanı…

Rampanın bitmesiyle birlikte Assos’un kalıntıları da görünmeye başlıyor. Bir zamanlar çok önemli bir yermiş belli… Böyle yerlere her geldiğimde olduğu gibi yine; “O zamanın altın saçlı ve deniz gözlü Assos’lu İlias’lari, Daphne’leri kim bilir nasıl olmuş da bu zamanın kara kaşlı ve kömür gözlü Behramkale’li İlyas amcalarına, Defne ninelerine dönüşmüş!” diye düşünmeden edemiyorum…

Köyün girişindeki mini marketin önünde durup bir şeyler içiyorum. Bir de Babakale’ye giden yolu soruyorum; “30 kilometre” diyor market sahibi. “Peki yol nasıl?” diye sorunca da; “Asfalt iyi ama rampalar var.” diye ekliyor. Hah şimdi oldu işte…


“YOK YOK, ARTIK BAYIRIN KALMADI”

Saat neredeyse 11:00 oldu ve şaka maka baya yoruldum. Bir anda “Acaba yetişebilecek miyiz?” diye endişelenmeye başlıyorum. Hani normal şartlarda yetişiriz ama, sıra dışı bir şey olması, lastik patlaması, arıza vs gibi şeyler beni endişelendiriyor ve ne kadar yorgun olsam da bir an önce hedefime varabilmek için çabucak tekrar yola düşüyorum.

Market sahibi bisiklete biniyor olmalı çünkü rampalar gerçekten de dediği kadar var. Sıcak da bastırmaya başladığı için sürüş giderek zorlaşıyor. Canımı dişime takıyor ve neredeyse bir saat boyunca hiç durmadan o daracık ve inişli çıkışlı köy yollarında 250 metre irtifa yaptıktan sonra Korubaşı köyünün merkezindeki bakkalın önünde mola veriyorum.

Bakkalın önünde buzdolabından aldığım soğuk gazozu içerken, bakkalın sahibesi ve bir başka köylü kadın ile sohbet ediyoruz; “Nereden geliyorsun… Nereye gidiyorsun… Allah akıl fikir versin… Ama güzel bir şey yapıyorsun… Benim de küçükken bisikletim vardı… vs, vs…”

“Peki” diyorum en sonunda; “Babakale’ye kadar rampa var mı önümde hala?”
“Yok yok.” diyorlar kendilerinden pek emin bir şekilde; “Artık bayırın kalmadı…”

İnanmak istiyorum ama…


“SON PEDAL”

Ve iyiki de inanmamışım. Sırasıyla Kuruoba, Balabanlı, Bademli ve Kocaköy köylerini geçip Gülpınar’a gelene kadar epey bir kulaklarını çınlatıyorum.

Ama bu arada yolun hakkını vermeliyim tepelerdeki bu güzergah gerçekten bir harika. Ege denizine saplanan Baba Burnu’nun tepelerinden aşağıdaki engin mavilik bir başka görünüyor.

Gülpınar’dan sonra artık sadece 10 kilometre yolum kaldı. Bir an düşününce; koca ülkeyi bir uçtan diğerine kat etmeye sadece on kilometre uzakta olduğuma inanamıyorum. Ve birden gelen o şevkle kalan rampaları da tırmanmak hiç zor gelmiyor. Babakale’ye ve Ege denizine tepeden bakan zirveye eriştiğimde o kadar heyecanlıyım ki anlatamam.

Artık sadece bir tek pedal kaldı. Karayel’i harekete geçirdim miydi…
Ve o pedala basmamdan bir kaç dakika sonra, saat tam 12:40’da, yani Iğdır Dilucu Sınır Kapısı’ndan yola çıktıktan tam 9 Gün 22 Saat sonra Babakale Mendireği’nde bu epik, pastoral ve unutulmaz yolculuğumuzu tamamlayıp hedefimize ulaşıyoruz.

O an yaşadıklarım gerçek mi yoksa bir rüyada mıyım kestirmekte o kadar zorlanıyorum ki…

Hemen dalgakıranın en uç noktasına yüzükoyun uzanıp, 10 gün önce Ağrı Dağı’ndan almış olduğum selamı Ege Denizi’nin serinleten suyuna bir öpücük olarak iletiyorum. İşte şimdi oldu…


“VE YİNE YOLUN SONU”

Güzelim memleketimin bu en batı noktasında oturmuş, Karayel ile birlikte enginleri seyrederken, yine mutlu ama karmakarışık duygular içerisindeyim.

İyisiyle, kötüsüyle gerçekten yaşadığımı hissettiğim muhteşem bir on gün geçirdim.

Ağrı dağının dibinde Iğdır Ovası, sonra Ağrı Platosu, ardından Erzurum-Erzincan Düzlüğü, Sivas-Yozgat Tepeleri, Ankara-Eskişehir Bozkırı, Bursa-Balıkesir Zeytinlikleri ve sonunda muhteşem Ege Denizi…

Her bir dağı aştığımda güzel ülkemin yeni bir katmanına düştüm. Her katmanı kendi eşsiz coğrafyasına, iklimine, bitki örtüsüne ve bunlardan gövermiş insanına, diline, mutfağına, geleneklerine sahip, ve bu unutulmaz yolculuğumun son gününde dönüp geriye baktığımda da mutlulukla yeniden keşfettiğim gibi; dünyanın başka hiç bir yerinde bulamayacağınız kadar bir ve bütün…

Neredeyse dünyanın özeti bu müthiş coğrafyanın bir ucundan diğerine yel gibi esip geçerken indirimsiz otel odam da, ikramsız yemeğim de olmadı… İnsanlar hayallerinin peşinde koşan bu adamla bisikletini alıp yine hiç düşünmeden bağırlarına bastılar…

Ve bir hayalini daha gerçekleştiren o adam şu anda kendisini her şeyi başarabilirmiş gibi hissediyor…

Bakın yine dünyalar onun oldu…

Tanrım, gerçekten de paha biçilmez bir şey bu…


Kartal&Karayel
İstanbul, Eylül 2020.

Stacks Image 4910